Bireyin giderek yalnızlaştığı bir çağdayız. Günlük ajandamız öylesine dolu ki; birileriyle oturup uzun uzun sohbet etmek bir yana, mesaj trafiğinde kelimelerimizi bile kısaltıyoruz... (Ok, bay, gülen insan yüzü, vs, vs.) Oysa konuşmanın, anı paylaşmanın, birbirini tanımanın güzelliği bambaşka. Bakıyorum da, İstanbul'da özellikle iş insanlarının gittiği çoğu restoranlarda yemek buluşmaları öğle saatlerini aşıyor, kalabalık gittikten sonra kalanlar mekanın ve anın tadını çıkarıyor... Bir sohbet, bir muhabbet. Geçenlerde saat 1'de bir arkadaşla buluştuk Kanyon Gina'da. Ayrıldığımızda saat 4'ü gösteriyordu. Büyük şehirdeki büyük hayatlarımızda, konuşabilmenin ne kadar önemli olduğunu ama çok fazla da konuşamadığımızı gördüm. Demek ki; buluşmaların sayısı artmalı. Tabii ki konuşabileceğimiz mekanlar da.
MAKBUL BİR ŞEY Mİ?
Davetlere çok katılmıyorum ama gitmemek de bir eksiklik değil. Şamdan, Hello, Alem gibi dergiler bunun için var zaten. Kim nereye gitmiş, ne giymiş, hangi çantayı, ayakkabıyı kullanmış? (Sen sadece bunlara mı bakıyorsun diyenlere tabii ki cevabım hazır: Siz insanların oralarda memleket meselelerini konuştuğunu falan mı sanıyorsunuz? Herkes birbirini süzüyor sonuçta!) Dediğim gibi dergilerdeki fotoğraflar pek çok şeyi anlatıyor. Ben de meraklıyım iş gereği... Bakıyorum; kim ne estetik yaptırmış, kim ne alışveriş yapmış, hanımlar arasında son trend neymiş öğreniyorum! Bazen fotoğraflara bakınca aklıma takılan sorular da oluyor. Örneğin Hermes çanta ile maça gidilir mi? Ayrıcalıklı olalım derken Hermes kardeşliğinin bir üyesi olmak makbul bir şey mi? Yine bir dergi sayfasından hatırlıyorum; bir gündüz davetinde tam 13 hanım aynı çantayı koluna takmıştı. Tabii hepsi dergi sayfasında yan yana gelince bayağı dikkat çekiyor!
NE KÖYLER, NE MANZARALAR VAR
Haşmet Babaoğlu'nun yol yazılarına bayılıyorum. O giderken yollarda, ben de kendimi o arabada, camdan dışarıyı izler gibi hissediyorum. Geçenlerde "Ver elini Sapanca dolayları, Maşukiye, Kartepe civarı" diyerek kış güneşinin peşine düşmüş. Yola koyulup, İzmit'e varmış, oradan da Maşukiye'ye... İzmit'ten Gölcük'e doğru dönseydi, biraz gidip soldan köy yollarına vursaydı kendini, en az gidip gördüğü yerler kadar güzel başka yerlere de çıkardı yolu. Kendi memleketim diye söylemiyorum ama Gölcük'ün sırtını yasladığı tepelerde ne köyler, ne manzaralar var. Dağa tırmanıyorsunuz 20 dakika, sonra bir ormanın eteğine kurulmuş bir köye varıyorsunuz; Adı Nüzhetiye... Oturduğunuz yerden; iki dağın arasındaki nefes kesen manzaraya bakıyorsunuz; İzmit körfezi ayaklarınızın altında... Kışın güzel, yazın ayrı bir güzel... Bahar da yaprakların rengine, çiçeklerin kokusuna dayanamazsınız. Soğuk sularına, sessizliğine, yaz sıcağında yorgana sarınıp yatmanın keyfine de. Bir de alabalık çiftliği var. Belki bugünlerde olmaz ama ajandanıza not edin; eğer İstanbul'daysanız çok yakın. Bir saat 15 dakikada oradasınız...
SEÇENEK ÇOK AMA RUH YOK
Check-up yaptırdım, sonuçları alınca doktorumun karşısına suçlu bir çocuk gibi oturdum. Hatamı biliyorum çünkü; hareketsizlik... Doktorum, "Aktivite şart" dedi; "Bu hareketsizlik çok kötü." Şimdi "Ne yapsam?" günlerindeyim. Acaba pilatese mi devam etsem? Bir dans kursuna mı yazılsam? Akşam eve gittikten sonra eşofmanları giyip yürüyebilirim. Hafta sonları yüzsem mi? Seçenek çok ama ruh yok! (Kış tembelliği belki de.) Ben böyle karar vermeye çalışırken her şeyi araştırıyorum tabii. Geçenlerde Ataşehir My Club'ı dolaştım. Bisikletlerle dolu bir odaya girdim. "Burası ne?" diye sordum. 'Spinning Stüdyosu' olduğunu söylediler. Tabii 'spinning' normal bir bisiklet sürüşü gibi değil. Müzik çalıyor ve siz o ritme uygun olarak bisikletin üzerinde hareket ediyorsunuz. Sıkı bir performans. Bir de Zumba var. Bildiğiniz egzersizleri eğlenceli bir hale dönüştürmüşler. Dans ederek egzersiz yapıyorsunuz. Demek ki, bizim gibi şehir yorgunlarını ve bıkkınlarını spor salonlarına çekmek için böyle atraksiyonlar gerekiyor. Benim için birinci sırada dans var. (Acaba Acun'un programı bize böyle bir merak aşılamış olabilir mi?) Olmadı zumba zumba...