Hasan Kaçan bir süredir TRT 2 ekranlarında Çizgi Atölyesi adında bir program yapıyor. Farklı kuşaklardan ve ekollerden çizerleri, karikatüristleri ağırlıyor. Hem mizahı hem hayat öykülerini konuşuyor... Biz de bu vesileyle büyük ustayla çizgiden, hayattan, Türkiye'den, dünyadan konuştuk...
Önce Çizgi Atölyesi programı fikrinin nasıl doğduğunu anlatarak başlıyor Kaçan: "Böyle bir program yoktu. Yani çizer arkadaşların hem mizahlarını hem kendi hikayelerini anlatacakları bir mecraya ihtiyaç vardı. Bu fikirle yola çıktık... Bir de mizah dergileri ne yazık ki sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla eskisi gibi rağbet görmüyor. Bir Uykusuz kaldı, bir de Leman çıkıyor hâlâ. Eski tirajlar yok. Yani çoğu çizer artık bu meslekten evine ekmek götürmekte zorlanıyor. Bu mesleğin önemini ortaya koyan bir program olsun istedik. Hem çizer dünyasından hem izleyiciden gelen güzel tepkiler, doğru yolda olduğumuzu hissettirdi."
NORMAL ADAMDAN MİZAHÇI ÇIKMAZ
Peki, çizer dünyası nasıl bir dünya? Hasan Kaçan anlatıyor: "İyi manada söylüyorum, 'normal' adam yoktur çizer dünyasında. Farklı bir bakış, farklı bir üretim süreci... Yeteneğiniz olacak, onu pişireceksiniz, hikayeniz olacak... O yüzden çoğu çizer farklı hayatlardan gelmiştir. Ben mesela, Dolapdere'de büyüdüm. Farklı kültürlerin iç içe geçtiği, biraz da sert bir dünya. Kardeşim rahmetli Metin (Kaçan) bunu Ağır Roman romanında biraz kara mizahla anlattı. Zaten işin içinde mizah olmadan katlanılmaz bazı hayatlar. Öyle bir çocukluk, gençlikten geliyorum ki... Söz gelimi bir arkadaşı soracağım mahallede. 'Ya Ahmet görünmüyor çoktandır, nerelerde?' diye soruyorum. 'Mehmet'i bıçakladı hapse girdi' diyorlar. Böyle sert hayatlardan gelir çizerlerin çoğu. Mahalleyi, hayatı bilirler. O yüzden tespitleri, mizahları dokunur bize. Tanıdık hissi verir."
Çizerlikte pek çok meslektaşının olduğu gibi Hasan Kaçan'ın da ustası olan Oğuz Aral ise onun için bir baba gibi olmuş: "Oğuz Abi hem saygı duyduğumuz, hem korktuğumuz bir babaydı, bir ustaydı bizim için. Koskoca Gırgır dergisinin kurucusu, yayın yönetmeni ama klasik esnaf geleneğinde olduğu gibi usta-çırak ilişkisine inanırdı. Öyle yetiştirdi hepimizi. Hatta bana yıllar sonra anlattı. Ben Gırgır'a başladığım dönemlerde babam gelmiş yanına. Babam berber adam... Tıpkı eski gelenekte olduğu gibi 'Eti senin, kemiği benim' pazarlığı yapmışlar. Usta-çırak pazarlığı yani... Mesela rahmetli çizer arkadaşımız Galip Tekin'in farklı bir yeri vardı Oğuz Abi'de. Galip babasını çok erken yaşlarda kaybetmişti. Babasızdı... Ona maaşının sadece bir bölümünü verdi yıllarca. Onun için para biriktirmiş maaşının kalanından. Ona genç yaşta bu biriken paralarla ev aldı. Böyle bir insandı Oğuz Abi..."
BAŞARILARIMIZI TAKDİR ETMENİN ADI YANDAŞLIK OLDU
"Bunu her yerde her zaman söyledim ve söylüyorum. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan dünya tarihinin gördüğü sayılı liderlerdendir. Bugün onu anlamayanlar da ileride anlayacaklar. Vaktiyle Turgut Özal'ı sevmeyenler nasıl bugün onu övüyorsa, Cumhurbaşkanımızı da bugün anlamayanlar anlayacaklardır. Bugün çok ilginç durumlar yaşıyoruz. Ben ve pek çok sanatçı arkadaşım hükümetin, devletimizin yaptığı pek çok başarılı işe destek oluyoruz, fikrimizi belirtiyoruz... Bakın Türkiye bugün Rusya-Ukrayna savaşında ara bulucu rol üstleniyor. Türkiye savaşın durması için yapılan toplantıların merkez üssü haline geldi. Üçüncü dünya savaşına mani olmaya çalışıyor Türkiye. Köprüler yapıyoruz...
Dünya liderleri Cumhurbaşkanımızın ayağına geliyor. Dünyada savaş teknolojisinde bir numara haline geliyoruz. Bundan büyük gurur var mı? Dünyanın gözü bizde. Vaktiyle Marmaray'ı sırf Ak Parti yaptı diye 'Asla binmem' diyen akrabam vardı. Şimdi biniyor mecburen. Bu ve buna benzer başarıları takdir ettiğimizde yandaş, yalaka oluyor adımız. Ama Bedri Baykam mesela -ki arkadaşımdır-, yıllardır siyasetin içinde bir sanatçı o da. O kendi partisini övdüğünde aynı yafta yapıştırılmaz. Keza Zülfü Livaneli de öyle... Sanatçı, siyasetin içinde. Hizmeti değil, partisini övüyor. Biz hizmetleri takdir ediyoruz. Etmiyorsanız bile, takdir edenlere karışmayın. Bir saygı duyun..."
GIRGIR DÖNEMİNDE POP STAR GİBİYDİK
"İnsanız hepimiz. Gidilecek bir yer olduğunu, bir menzile doğru yol aldığınızı içten içe biliyor, hissediyorsunuz. Belli bir olgunluktan sonra o yolun aslında insanı iyiye, güzele götürecek yol olduğunu görüyorsunuz. Düşünün biz o gencecik yaşlarımızda yüzü bilinmeyen, kimsenin görmediği ama isimleri pop star gibi, Türkiye'nin en ünlü insanlarıydık. Gırgır dergisi dönemi öyle bir dönemdi. Çok genç yaşta şöhret ve para sahibi olmuştuk. İşimizde iyiydik, başarılıydık. Çoğumuz da gariban ailelerin çocuklarıydık. Bu yönden çok benziyorduk birbirimize. O noktada şöhret mi, para mı, bulunduğunuz yer mi, yoksa bütün bunların dışında yürünmesi gereken bir yol mu var? Hayat bunlardan mı ibaret? Yoksa bizi çağıran, gitmemiz gereken başka bir yer mi var? Onun seçimini yapma noktasına geliyorsunuz. Aslında samimi olan herkesin ulaşmak istediği şey iyilik, güzellik ve doğruluk. 32-33 yaşlarındaydım. O yaşlarda insan hayatı sorguluyor, bir anlam arayışının içinde buluyor kendini. Bu herkeste böyle mi olur bilmiyorum ama bende böyle oldı. Günlerden bir gün, Beşiktaş'ta yürürken bir müzik geldi çalındı kulağıma. Ne olduğunu bile bilmediğim bir müzik. Bir ilahi imiş. Çok etkilendim. O günkü arayışıma bir cevap olmuş da 'Cevap burada işte' denilmiş sanki... Öyle bir his, öyle bir keşif duygusu. Girdim dükkana, çalanın Ahmet Özhan'ın bir kaseti olduğunu, tasavvuf eseri yorumladığını öğrendim. Kendi iç arayışımı bu tesadüf ya da tevafuk etkiledi. O güne kadar Joan Baez'ler, Bob Dylan'lar dinlerdik. Neticede Anadolu çocuğuyuz, bir yandan da Cem Karaca'lar, Erkin Koray'lar, Barış Manço'lar... Böyle karışık bir kültürün ortaya çıkardığı, yoğurduğu bir delikanlı ama hayatında ilk defa bir ilahi dinliyor ve o ana kadar hiç bilmediği o şey onun hayatını başka bir yöne çeviriyor... Benim iç arayışım böyle başladı işte."