Adalet sadece mülkün değil, bizim evin de temeliydi. Hepimiz, tüm kardeşler; o sarsılmaz adalet duygumuzu, hakkaniyet ölçümüzü, güçsüzün yanında yer alma içgüdümüzü ondan almıştık. Kim bilir belki de bu kadar çok yarışmada jüri üyesi olarak tercih edilmem; ondan miras aldığım genlerin eseriydi.
O'ndan... Suat Aytuğ'dan... Hakim Bey'den...
Babamdan...
İlkokula başlayacağım yıl, ağabeylerim gibi; neredeyse her sınıfı, tayin nedeniyle gidilen bir başka şehirde okumayayım, daha iyi bir eğitim alayım diye hakimlikten istifa edip serbest avukatlık yapmaya başlamıştı babam... Koca bir kariyeri bozdurup bana yatırım yapmıştı... O gün, henüz 6.5 yaşındayken; bu büyük fedakarlığın karşılığını vermeye and içmiştim kendi kendime... Verebildim mi, bilmiyorum. Çünkü Hakim Bey duygularını fazla belli etmezdi. Annem; yazılarımı okurken, beni televizyonda izlerken gözlerinin gururla parladığını söylerdi babamın. Tıpkı aslan gibi ağabeylerimle içten içe gururlandığı gibi... Bizler; Serdar, Erdal, Yüksel değildik; "Hakim Bey'in çocukları" idik... Büyüdüğümüz Marmara Adası'nda hep öyle çağrıldık. 'Hakim Bey' sıfatına halel getirmemek en büyük sorumluluğumuzdu.
Getirmedik... Adımızın önüne kimse olumsuz bir sıfat yazamadı, yazamayacak...
Bu satırlar; sevgili babamı toprağa vermeye hazırlandığım gün, sabaha karşı yazılıyor. Cumartesi yazımı da az önce yazıp gönderdim. Pazarı da yazacağım, nasip olursa... "Şov devam etmeli" diye değil. O klişelerle asla işim olmadı zaten... "Adama bak; babasının öldüğü gün bile yazı yazıyor, helal olsun" dedirtmek için de yazmıyorum.
Peki neden mi gün ağarırken klavye başındayım? Babam öyle isterdi de onun için... Çünkü ben, Hakim Bey'in oğluyum... Nurlar içinde yat babacığım...