Öyle bir bölümdü ki, nefes nefese izledim. Her sahnesi "ağır gösterim" ilerleyen yerli dizilere öyle alışmıştım ki, Ezel'i takip etmekte zorlandım. Dizi bölümü değil, sanki girişi, dramatik örgüsü, paralel anlatımları ve finaliyle dört başı mamur bir sinema filmiydi. Temposu bir saniye bile düşmezken, bunca farklı mekanda, bu kadar aksiyon içeren sahnelerin nasıl olup da bir haftada tamamlanabildiğine hayret ettim. Bölümün yıldızı ise "Ali" karakterini canlandıran Barış Falay'dı. Bir de Eren'i oynayan ve daha önce bu sütunlardan bolca övgü alan Atakan Yağız. Eren, Tevfik tarafından vurularak öldürüldüğü için artık dizide bu genç yeteneğin oyunculuk resitallerinden mahrum kalacağız ne yazık ki. Az önce dedim ya, bunca aksiyon içeren sahneyi bir haftalık çekim süresine sığdırmak kolay değil diye... Tabii ki gözden kaçan ufak tefek hatalar da yok değildi. Örneğin; Serdar'ın CD'yi postalamak için kapısından içeri girdiği kargo şirketi ile paketi alan Eren'in elinde tuttuğu zarfın üzerindeki firma ismi aynı değildi. Bir de polisler Eren'in intihar ettiğini söylediler. 5 metreden atılan kurşunla, intiharlardaki "bitişik atış"ın yara izi bir olur mu? Ayrıca "bitişik atış" mutlaka gömlekte barut izi bırakır. Bunu fark etmek için uzun balistik incelemeleri ya da otopsi sonuçlarını beklemeye ihtiyaç yoktur. Bu arada İstanbul'un toplu ulaşım sorununun çözüldüğüne de Ezel dizisi sayesinde şahit olduk. Gündüz saati tıklım tıklım olan Eminönü-Draman otobüsü öyle tenhaydı ki, Ali ve adamı, arka koltukta Serdar'ı sıkıştırıp 11 bıçak darbesiyle yaralayabildiler. Oysa o sırada İstiklal Caddesi görüntülerinde "iğne atsan yere düşmeyecek" bir insan yoğunluğu vardı. Ya İstanbullular son zamlar yüzünden "tabanvayı" tercih etmeye başlamış ya da kentin toplu ulaşım sorunu biz farkında olmadan kökünden çözülmüştü!