Yazıyorum... Siliyorum... Yazıyorum...
Siliyorum.
Başlıyorum... Bitiremiyorum...
Yok yok, ben başlayamıyorum.
Peki tamam! Başlıyorum...
Üç vakte kadar, banko vazgeçmek istiyorum.
Tam orta yerinde ateş basıyor, soğuk soğuk korkular sarıyor...
Amaaan vazgeçiyorum.
Sağa sola kulak veriyorum. Dinliyorum...
Kafaya takıyorum. Düşünüyorum...
Çok düşünüyorum... Düşünmekten fenalık geçiriyorum.
BU MU YANİ?
Sonra düşünmeme havasına giriyorum. Aman ne hava ama...
Görmeniz lazım. Bende bir rüzgarlar, bir "Bana ne be" halleri.
Her şeye toptan koyveriyorum.
Üç beş gün götürüyor beni bu isyankar Ayşecan vaziyetleri.
Bir sabah kalkıyorum, uyuz mu uyuzum. Sebepsiz zannediyorum ama uyuzum. Besbelli bozuğum.
Neye bozuğum? Bilmem. Sadece sinirliyim, kusmak istiyorum.
Yapılacak bir kamyon iş var.
Önce yazı var. Haftada altı gün yaz kızım. Seviyorum ha! Yazmadığım gün eksik kalıyorum. Bazen yazarken dırdırın kralını yapıyorum.
Bazen beş dakikada içimi döküp rahatlıyorum.
Bazen "Bu mu yani, bu mu şimdi, çok mu önemli" frekansına geçiyorum... Bu frekansı çevremde benden başka çeken radyo da yok.
Kendi kendime bir titreşimler, bir buhranlar, bir hayattan bezmeler, bir duygu karmaşası falan.
Yazıyorum... Siliyorum... Yazıyorum...
Siliyorum...
Yazmak istiyorum... İstemiyorum...
Papatya falı misali kendimden yapraklar koparıp duruyorum.
MAGAZİN PIRTLAKLARI
Zaman ilerliyor, geç kalıyorum.
Bir gün sabahçı, bir gün öğlenci öğrenci tadında uyanıyorum, ne yapayım? İnşallah sadece ben böyle değilimdir. Dengesiz miyim, neyim? Yoksa insan olmak, böyle nane midir?
Peki kendini dengeli beslenme kıvamında zannedip de abur cubur takılan insanlara gıcık olmak nedendir?
Havaya bak! Yaz mı, kış mı belli değil. Çatlak mı ne?
Güneş mi açsın, şıp şıp şıp yağmur mu yağdırsın, o da bilmiyor işte.
Tarkanlar, kelebekler, böcükler...
Magazin pırtlakları, yaz aşkları, aşk geğirtileri, plaj kadınları...
Bilmem kimin boşanması, bilmem kimin nefret boşalması, öbürlerinin şiddetli geçimsizliği...
KIYMETİ KALIR MI?
Angelina eylemleri, Beyrut'un, Şam'ın, Gazze'nin kazanması gibi gündemler...
Çiftken tek kalanlar, tekken çifter çifter yaşayanlar...
Az önce baktım da; salondaki pembe çiçekler küsmüşler.
Bende medcezirler.
Bir öyle, bir böyleler. Endişeler, aşırı sevinçler, hak ettiğinden az verilmiş takdirler. Otobüs durağında bekleyen gelecekler...
Amma da kavgacıymışım be!
Kiminle? Kimle olacak kendimle.
Bir sevmez mi insan kendini, sırtını sıvazlamaz mı? Bu kadar yüklenir mi insan kendine?
Mesela çok ister ister, istediğine kavuşunca susup hiçbir şey olmamış gibi bakakalır mı? Gümbür gümbür mutluluktan tırsar mı?
Hayaller gerçek olunca, kıymeti kalır mı?
Köşede böyle bir yazı yazılır mı? "Ben böyleyim, zorlayamam, beğensinler diye uyduruk işler yapamam" ile "Kurallar, gereklilikler, taleplere göre arzlar önemlidir. Bu senin görevindir" karşı karşıya yine, n'aber? İNANDIĞIM
BAŞIMA GELİR
Hem sen bana hiç sordun mu "Kimsin?" diye, "Ne istiyorsun? diye.
Gözlerimin, saçlarımın, yaşımın, cinsiyetimin, giysilerimin, sevdiğim adamların, sevmediğim adamların, işimin, gücümün, son sözümün kurbanı mıyım ben?
Offf yazıyorum... Siliyorum... Yazıyorum...
Siliyorum...
Şu koltuğun köşesine kıvrılıp uyumak, uyumak, uyumak istiyorum.
Belki güzel rüyalar görürüm. Gördüğüme inanırım. İnandığım da başıma gelir falan.
31 yıldır bütün bu olanları yaşamamışım gibi... Sana da olur mu öyle? Hani zorlarsın zorlarsın, hatırlamazsın.
Sanki olmamıştır.
Ya da yenmiştir yutulmuştur, hazmedilmiştir de ara ara burnunuza kokusu geliyordur gibisine.
İşte unutmakla, hatırlamak arasında, sıkışmışlık misali bir haldeyim.
Yazıyorum... Siliyorum... Yazıyorum...
Siliyorum.
Bu aralar başka da bir şey yapamıyorum.