Bir döneme damga vuran ATV'nin unutulmaz yapımlarından 'Kırgın Çiçekler' de 'Banu' karakterini oynayan Birgen Engin 'Kötü karakter oynamak hem daha zor hem de daha zevkli' diyor. Başarılı oyuncu Türkiye'deki başrol kıstasının genellikle güzellik, yakışıklılık olması için 'Senaryoda başrolde güzel bir kadın ve güzel bir erkek olacak diye bir gereklilik varsa bunun sonucunda da başrolleri güzel ve yakışıklı oyuncular oynar. Senaryolar gücünü ekranın cazibeli estetik algısından almayıp da yazılan hikayenin kendisinden alırsa o eksikliği fiziksel güzellikle doldurmaya çalışmazlar. Ayrıca bu toplum içinde ekranın güzellik standartlarına uymayan birçok gencin özgüven gelişiminde büyük bir probleme sebep olabilir' diyor. Tam bir enerji topu olan ve sanat aşkı her zaman ağır basan Birgen Engin ile keyifli ve hayatın içinden unutulmaz bir röportaj gerçekleştirdik…
Birgen Engin'i bugüne kadar çok farklı rollerde izledik. Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız, daha yakından tanımak istesem?
-İnsan denen varlığı merak eden, insan davranışlarını ve hislerini nedeni ve nereden geliyoruyla derinlerine kadar inceleyen ve araştıran birisiyim. Değişime ve yeniliklere açık ve bu anlamda da cesur ve macera seven bir yapım var. Doğa ve sanat aşığıyım. Evrenselliğin taraftarı bir dünya vatandaşıyım. Bazen fazla duygusal ve naif bazen de fazla keskin çizgilerle kuralcı olabiliyorum. Duygularımı biraz uçlarda yaşamayı tercih etmişim bugüne kadar fakat kendi içime dönerek dengeyi bulabiliyorum gerekli olduğunda.
Nasıl bir ailede büyüdünüz?
-Kalabalık ve büyük bir ailemiz var, genelde neşeli, şarkıyı, dansı seven, espri yeteneği güçlü insanlar. Birçoğu göçmen ve savaş görmüş bir kalabalık. Genel olarak ticaretle uğraşan ve bir de askeri görevleri olanlar var. Çekirdek ailemizde ise hepimiz ayrı bir karakteriz aslında. Yemeyi, içmeyi, seyahat etmeyi ve sohbeti çok seviyoruz. Ve hepimiz özgür bireyleriz hiçbir zaman birbirine bağımlı bir aile olmadık ama aile birliğimiz ve bağımız çok güçlü.
SEVGİNİN FARKLI HALLERİNİ YETERİNCE DENEYİMLEDİM
-Belli bir yaştan sonra çalışan anne-babanın evdeki görevlerini üstlenen bir çocukluk geçirdik erkek kardeşimle. Annem sevgisini fazlaca ifade ederdi, babamsa sevgisini kendi dilinde farklı şekilde ifade ederdi. Sevginin farklı hallerini yeterince deneyimlediğim şekilde büyüdüm galiba. Hayal gücüm fazla genişmiş ve yaşıtım olmayan teyze, amca, ninelere saatlerce hikayeler uydurur ve onların sohbetlerine dahil olmaya çalışırmışım.
Konservatuvardan sonra Londra'ya yerleşmeye karar vermişsiniz. Bu kararı nasıl aldınız?
-Aslında bu kararı bir anda almadım. Fakültemizde dünyanın farklı yerlerinden tiyatro öğrencilerinin buluştuğu tiyatro haftası olmuştu. Birlikte bir sürü oyunculuk çalışmaları yaptık ve ben İngilizcemin daha fazla iletişim kurabilmem için yeterli olmadığını fark ettim. Ve birbirinden farklı kültürden insanlarla buluşma ve çalışma isteği doğdu bir anda içimde. Dedim ki, ben bu dil engelini bir ortadan kaldırayım. Tiyatronun ve İngiliz dilinin başkenti Londra'yı seçtim. Sonra da okul bitince tek başıma yola çıktım. :)
Londra'da hayal ettiklerinizi yaşayabildiniz mi? Londra'dan Türkiye'ye dönüşünüz nasıl oldu?
-Londra'da hayal ettiğimin de üstünde çok farklı çok güzel deneyimlerim oldu. Londra'daki hayat deneyimim benim için çok değerli. Türkiye'ye dönüşüm bir anda paldır küldür çok spontane oldu açıkçası. Ben de anlayamadım olayların nasıl hızlı ve tesadüfi gibi görünen bir şekilde geliştiğine. İzmir Devlet Tiyatrosu'ndan konuk olarak Romeo & Juliet oyununda başrol teklifi gelince ben de Juliet olmak için yine yola çıktım, ardımda çok değer verdiğim şeyleri bıraktığımı farkındaydım ama mesleğim yine ağır bastı diyelim.
Yurt dışında gördüğünüz ilgiyi kendi ülkeniz Türkiye'de de gördünüz mü?
-Yurt dışında ilgiden çok değer veriliyordu her şey için. Bu eşit bir şekilde dağıtıldığı için ve olması gereken gibi görüldüğü için de kimse ilgi ihtiyacı geliştirmiyor. Türkiye'de daha fazla ilgi gördüğüm kesin fakat İngiltere'de attığım her adımın ve kendim gibi olduğum her şeyin daha fazla değer gördüğü de bir gerçek.
Uzun yıllar yurt dışında yaşadınız. Burayı oralarla kıyasladığınızda kadın haklarına bakış konusunda nasıl farklar gördünüz?
-Kadın haklarının en önemli maddesini birçok diğer ülkeye göre çok daha erken tarihlerde yasalarımıza dahil etmiş bir ülkeyiz. Buna rağmen ülkece hayatın birçok alanında kadın-erkek eşitliği ile ilgili çok ciddi sıkıntılarımız var. Daha hızlı çözümler getirilmesi gereken meseleler bunlar çünkü bu sıkıntıların sonuçları toplumun değerlerini ve moralini çok aşağılara çekiyor. Ülkenin ilerleyişini, aile birliğimizi ve hatta ekonomimizi olumsuz yönde etkiliyor.
-İngiltere'deki yaşam pratiğinde ise kadın-erkek eşitliği çok önemli. Ayrımcı cinsiyetçilik üzerine olan yasalar özellikle eğitim ve iş alanlarında çok etkin ve buna karşı olan herhangi bir davranışınız başınıza büyük dertler açabilir. Dünya'nın her yerinde olduğu gibi orada da sorunlar yaşanıyor. Ama yasal olarak çok katı ve denetim mekanizmaları bizden çok daha güçlü. O yüzden ister istemez kadın hakları daha bir koruma altında. Keşke sadece insan hakları konuşulsa hatta onu bile konuşmak zorunda kalmasak bu çağda.
Oyunculukta eğitimli ya da alaylı diye bir ayrım var mı sizce?
-Oyunculuk yeteneği alaylı ya da eğitimli diye bir ayrım yapmaz. Oyunculuk yeteneği bu sınıflandırmaların çok dışında kalıyor. Ama oyunculuğa yaklaşım, anlama, kavrama, bu işin incelikleri ve en önemlisi yeteneğinin doğru yere kanalize edilebilmesi için eğitimli olmak bir ayrıcalık ve tabii bu durumda eğitimli oyuncular çok daha derinlikli ve katmanlı işler için tercih ediliyor.
Sinema, tiyatro ve televizyon hangisi önceliğiniz?
-Aslında çok değişmez bir önceliğim yok. Bazen bu öncelik farklı ihtiyaçlarıma göre belirleniyor. Hepsinin kalbimde farklı bir yeri var. Ama sanki son on yıldır sinema filmlerinin daha fazla hayalini kuruyorum. Daha kalıcı yapıtlar olduklarını düşünüyorum ayrıca.
Sizi bir dönem 'Kırgın Çiçekler' dizisinin kötü annesi Banu olarak tanıdık. Seyircinin kızdığı bir karakterdi. Daha sonraki projelerde bu algıyı yıkmak zor oldu mu?
-Daha sonraki projelerde aslında tam anlamıyla kötüyü oynamadım ama sonradan karakterin kötüye evrildiği oldu. Seyirci gözünde Banu'dan sonraki karakterlerin inandırıcılığı bence tamdı.
Peki, sizce kötü karakterleri mi iyi karakterlerimi canlandırmak daha zor?
-Kötü karakter oynamak hem daha zor hem de daha zevkli.
Türkiye'de, birlikte çalışmayı en çok istediğiniz yönetmen kim?
-Türk yönetmen olarak Ferzan Özpetek'in filmlerini çok seviyorum. Türkiye'de yaşamasa da kendisiyle dünyanın herhangi bir yerinde çalışmayı çok isterim. Bir de Çağrı Vila Lostuvalı'yı ne kadar tanımasam da nedense çok rahat ve uyumlu bir yönetmen-oyuncu ilişkimiz olurdu gibi hissediyorum. Çünkü yönettiği dizi projelerini çok başarılı buluyorum.
Sizce bugüne kadar yapılmış en iyi aşk filmi hangisi?
-Charles Dickens'ın klasik eserinden uyarlanan ve Alfonso Cuaron'un çektiği "Büyük Umutlar" filminin bende ayrı bir yeri vardır. Ve "Bir Gün" diye 2011 İngiliz yapımı bir film de unutulmazlarım arasında. O da bir kavuşamama hikayesi.
Sosyal medyanın güzel yanları olduğu kadar linç kültürü de var. Buna dair ne dersiniz?
-Linç kültürü sosyal medyanın verdiği özgürlüğün en kötüye kullanılmış hali diyebilirim. Linç edilen şeyi iyi ya da kötü ayırt etmeden söylüyorum bunu. Fikir beyan etmek, düşüncelerini yazılı ya da görsel olarak ifade etmek zaten sosyal medyanın doğasıyla bağdaşan bir şey ama toplu linçler evet biraz yıpratıcı olmalı linç edilen konu ya da kimseler için.
Popüler oyuncular, dizilerden bölüm başına dudak uçuklatan ücretler alıyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
-Bir yapım şirketinin ya da kanalın bölüm başına bir diziye harcayabileceği maksimum bütçe zaten bellidir. Fakat onun dağılımının adaletli bir şekilde olması ve diğer kişilerle arasında büyük uçurumlar olmaması hem dünya düzeninin hem de insanların çalışma motivasyonunun hayrına olur. Yani tuhaf buluyorum, anlayamıyorum bu sistemi. Belki bir gün anlarım.
Türkiye'de başrol olmanın kıstasları genelde güzellik, yakışıklılık... Siz bu bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Yani tabii şimdi senaryoda başrolde güzel bir kadın ve güzel bir erkek olacak diye bir gereklilik varsa bunun sonucunda da başrolleri güzel ve yakışıklı oyuncular oynar. Senaryolar gücünü ekranın cazibeli estetik algısından almayıp da yazılan hikayenin kendisinden alırsa o eksikliği fiziksel güzellikle doldurmaya çalışmazlar. Ayrıca bu toplum içinde ekranın güzellik standartlarına uymayan birçok gencin özgüven gelişiminde büyük bir probleme sebep olabilir.
Türkiye'nin en güzel kadınlarındansınız. Bir erkek sizin kalbinizi nasıl çalabilir?
-Bir erkeğin benim kalbimi çalması hem çok kolay hem de çok zor. Özündeki tüm insanlara karşı olan vicdanı, tüm insanlara karşı dürüstlüğü ve sevgisi beni çok etkiler. Ve tabii gözlerinde gördüğüm yaşama karşı olan heyecan ve umut pırıltıları erkeği benim için en çekici yapan.
Aşkı nasıl tanımlıyorsunuz? İkili ilişkide tolere edemediğiniz şeyler neler?
-Aşk doğaya ve hayvanlara duyduğun o saf sevginin frekansını ilk başta kendi kalbinde taşımak ve o duygunun yansımasını da karşındaki kişide görüp bunun muhteşemliğinden iki kişinin tek bir vücutmuş gibi hissetmesi. Tolere edemediğim şeyler açık ve net olmayan, dürüst olmayan, gizli ajandası olan ya da stratejik davrandığını hissettiğim kişilik yapısı.
Karakterinizin en baskın özellikleri neler?
-İyicil ve affeden, barıştıran olmam. Transparan bir insanım gizemli ya da sırlar dolu değilim mesela.
Romantik bir kişilik misiniz, sert bir kişilik mi?
-Kesinlikle romantikliğim ağır basıyor eğer yumuşak ve şefkatli anlamına geliyorsa.
En yakın zamanda hatırladığınız en mutlu gününüz hangisiydi? Nerede, ne yapıyordunuz?
-Erkek kardeşimin düğün günü en yakın zamanda hatırladığım. Sevdiğim birçok kişiyle beraber kardeşimin mutlu evlilik kararını kutluyorduk İzmir'de.