Salı gecesi Teke Tek'i izlerken, "Eyvah" dedim içimden, "Daha çok kan akacak..."
Dağlıca baskınının ardından, hakkında dava açılan komutan Onur Dirik; Fatih Altaylı'ya anlatıyordu. Saldırının öncesini, saldırı anını, saldırıdan sonra olanları... Eski komutanın söyledikleri bazen mantıklı geliyordu. Diyordu ki mesela, "Yahu benim nasıl ihmalim olur? Nihayetinde orada olan benim. Ben de öleceğim..." Fatih Altaylı araya giriyordu: "Zaten gelen maillerde sizin neden ölmediğinizi soruyorlar..."
Eski komutan pişmanlığını dile getiriyordu: "Keşke ölseydim...
Keşke..."
Ama bazı sözleri beni ikna etmeye yetmedi. Örneğin, "Madem sınırdan geçen silah yüklü katırları tespit ediyordunuz, neden ateş emri vermediniz?" sorusuna, "6 kilometre mesafedeydiler. Top atışının sonuçlarını değerlendirmek için bile oraya gidemezdik" dedi. Yahu komutan, sen önce bir atış yap; ölen ölür, kalan sağların icabına sonra bakarsın... Fatih Altaylı "Madem köylüler arasında bilgi sızdıran kişiler tespit ettiniz, bunları neden ilk soruşturmada ilgili mercilere anlatmadınız?" diye sordu. Komutan buna da doyurucu bir yanıt veremedi.
BU HERON KİMİN?
Ama ekran başından bunları söylemek, fikir yürütmek kolaydı. Ardından bölgenin şartları geldi ekrana... Diyarbakır ve Mardin başta olmak üzere bölgenin pek çok yerinde bulundum. Bazı yerlerin Mars yüzeyi kadar sarp ve dünyaya yabancı olduğunu iyi bilirim. Zaten bölgeyle ilgili ekrana düşen görüntüler de bunu belgeliyordu.
Askerlerin 3 bin metre yükseklikteki, çadır bile denemeyecek barınaklarda bazen 50 gün kaldıklarını anlattı Onur Dirik. Sadece vadilerin içine girip çıkmanın bile 16 saat sürdüğünü, dönüşte askerlerin kendilerine acil durumlar için verilen serumları bile içecek kadar bitap düştüklerini ve daha nicelerini anlattı.
Ve konuşmasının sonlarına doğru herkesin kanını donduracak bir iddiada bulundu. Dedi ki, "Dağlıca saldırısı sırasında istihbarat subayımla birlikte; insansız hava aracı olduğunu sandığımız bir uçağın, bölgenin üzerinde daireler çizdiğini fark ettik. Muhtemelen ABD ya da İsrail'in teröristlere istihbarat sağlayan insansız hava araçlarından biriydi. Çünkü bizim helikopterler gelmeden kısa bir süre önce kaçarcasına uzaklaştı..." İşte o zaman Güneydoğu'da daha çok kan akacağına inandım. Nitekim bu programın yayınlandığı saatlerde, meğer Hakkari Çukurca'da hain bir saldırı daha gerçekleşmekteymiş. Meğer nice Mehmetçik kanının son damlasını, şarjöründeki son mermiyi tüketmekteymiş o sıra...
SANKİ İÇİME DOĞDU
Sabah gazeteye gelip de 26 şehit, 18 yaralı haberini alınca, sekiz saat önceki 'talihsiz öngörümden' dolayı utandım. Sonra üzerimdeki kıyafetime takıldı gözüm. Siyah ayakkabı, siyah pantolon, siyah kazak ve siyah mont giymiştim. Akşam Teke Tek'te izlediklerim belli ki ruh halimi etkilemiş, kıyafet seçimimi bile kasvete bürümüştü... İçimdeki derin sıkıntı, dışıma vurmuştu. Bir gece önceki komutanın söyledikleri beni 'bir şeyler daha olacağına' inandırmıştı...
Şu anda en büyük sıkıntım, böyle acı bir günde televizyon eleştirileri yazmak zorunda olmak...
İnsan bu günlerde yaptığı işe yabancılaşıyor.
Şu sırada onlarca eve ateş düştüğünü bilmek, pek çok Mehmetçiğin hastanelerde yaşam savaşı verdiğini düşünmek bile klavyenin üzerindeki parmaklarımı kilitlemeye yetiyor.
Bugün yürekte şarapnel parçası ile yazmak kolay değil. Bu nedenle sadece içimden taşanları yazacağım, kusuruma bakmayın...
Allah'tan şehitlerimize rahmet, yaralı kahramanlarımıza acil şifa, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum.