Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, uluslararası toplumun İsrail'i iki devletli çözüme zorlayacak bir tavır içerisinde olması gerektiğini vurguladı ve Türkiye'nin, kalıcı barışın garantörü olabileceğini söyledi. Dün, gazetelerin Ankara temsilcileri ile bir araya gelen Fidan, sıcak gündeme ilişkin şu mesajları verdi:
7 Ekim'de yaşananlar başta İsrail olmak üzere herkes için sürpriz oldu. Gazze'den diğer tarafa kolayca geçilebilmiş olması, bunun operasyonel sonuçları, herkesi şaşırttı. Özellikle duvarın belli bölümü yıkıldıktan sonra içeriye, sadece Hamas mensuplarının değil diğer grupların ve sivil unsurların da girebilmesi ve herhangi bir direniş ile karşılaşmamaları herkes için bir sürpriz oldu.
Aslında bu İsrail güvenlik sistemindeki zaafiyeti ortaya çıkaran, uzun yıllar tartışılacak olan bir konu. 7 Ekim'e hangi şartlar yol açtı? Bunu da belki ayrıca konuşmak gerekiyor. Bu zaten meselenin bütününü oluşturuyor. Biz 7 Ekim'de ve müteakip süreçte, sivilleri hedef alan hiçbir eylemi tabii ki tasvip etmiyoruz. Tam tersine sivillerin hedef alınmasını kınıyoruz. Gerek Cumhurbaşkanımız, gerek biz bunu her platformda söyledik. Bunu ilgili muhataplarla yaptığımız görüşmelerde de sürekli gündemde tutuyoruz.
HAMAS'IN SİVİLLERE YÖNELİK SALDIRISINI MI SÖYLÜYORSUNUZ?
-Biz herhangi bir sınıflandırmaya gitmeden, sivillerin hedef alınmaması gerektiğini vurguluyoruz. Batılılar Hamas'ı terör örgütü olarak tanımladığı için Hamas'ın her türlü faaliyetini terör çerçevesinde değerlendiriyorlar. Biz ise hiçbir kesimin sivilleri hedef almaması gerektiğini söylüyoruz. Bunu doğru bulmuyoruz. İsrail geçmişte de yaptığı üzere, misilleme yaparken yine hiçbir ayrım gözetmedi. İsrail operasyonlara başladığında biz, gerek Amerikalılara, gerek İsraillilere, gerek diğer taraflara siviller yönelik tavırdan ciddi endişe duyduğumuzu belirttik. Akabinde tabii ki yoğun bir görüşme trafiği, seyahat trafiği başladı. Amerikalıların talebi üzerine defalarca muhataplarımızla görüştük, başka ülkelerle de görüştük. İşte biliyorsunuz, Mısır'a gittik. Yarın Lübnan'a gidiyoruz. Lübnan'dan sonra Cidde'de İslam İşbirliği Teşkilatı'nın Dışişleri Bakanları düzeyinde Olağanüstü Acil Toplantısı var, oraya geçeceğiz. Cumhurbaşkanımızın yoğun temas trafiği var. Bakanlık olarak bizim ve istihbarat birimlerinin temasları var.
Esas itibariyle iki ana kulvar üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Birincisi, 7 Ekim'den sonra İsrail'in misillemesiyle başlayan çatışmalarda, tarafları sivillerin daha fazla zarar görmesini önleyecek tavırlar almaya davet ediyoruz. İsrail'in Gazze'yi şu ana kadar benzeri görülmemiş şekilde bombalıyor olması, yoğun sivil ölümlerine yol açması, elektriği, suyu, yakıtı kesip orayı adeta bir yokluğa, açlığa mahkum etmesi kabul edilemez. Ayrıca sivil nüfusu korkutarak bulundukları yerlerden, özellikle Gazze'nin kuzeyinden güneyine doğru hareket ettirmesi de kabul etmediğimiz bir şeydir. Dolayısıyla sivillere yönelik saldırıların durması, Gazze'ye insani yardımın girmesi ve sivillerin mümkün olduğunca az etkilenmesine yönelik muhataplarımızla neler yapabiliriz, onun çalışmaları var.
İkinci kulvarda da, yani bu sarmal durduktan sonra, bunun yaygınlaşmaması için ne yapmamız lazım ve bu kriz aslında kalıcı bir barış için fırsata dönüştürülebilir mi? Bunun arayışları içerisindeyiz, bu fikri sürekli muhataplarımıza aktarıyoruz.
Sistem içerisinde bazı görüşleri de, tedavüle sokmaya başladık. Özellikle hep şunu söylüyoruz: İsrail bugüne kadar iki devletli çözüm sürecini askıya aldı. Filistinlilerle değil, diğer Arap ülkeleriyle barış yapmayı kendisine esas meşguliyet edindi. Çünkü onların perspektifinde sivil Filistin devleti yok. Neden yok? Daha önce İsrail, Araplar ve bölgedeki diğer ülkeler tarafından kabul edilmek gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Varlığı kabul edilince, bu sefer diğerini kabul etmemek daha kolay hale geldi. Bunu Amerikalılarla yaptığım görüşmede de gündeme getirdim, onlar da, "Biz de iki devletli çözüm istiyoruz" diyorlar. Özellikle Demokratlar, yerleşimci politikalarını tasvip etmediklerini söylüyorlar. Ama, biliyorsunuz, İsrail, eleştirilere aldırmadan kendi politikalarını ilerletmeye alışkın bir ülke. Sonuçta hiçbir yaptırım yok. Sadece tartışmaların olduğu bir zemin var.
İki devletli çözüme İsrail'i zorlayacak bir tavır içerisinde olması gerekiyor uluslararası toplumun. Bölgedeki ülkeler, Arap Ligin, İslam İşbirliği Ülkeleri Teşkilatı buna önem vermeli. Bu ana yapının böyle olması lazım. Bu konudaki görüşlerimizi biz taraflarla paylaşıyoruz. Hatta daha da ileri giderek, özellikle Filistin tarafına garantör olacak ülkelerin bölgeden olması gerektiğini telkin ediyoruz. Buna Türkiye de dahil. İsrail için de başka ülkeler garantör olsunlar. Her iki tarafında mutabık kalacağı bir antlaşmaya varıldıktan sonra, bunun gereklerinin yerine getirilmesi hususunda garantör ülkeler sorumluluk üstlensin. İsrail bölgede kalıcı barış istiyorsa, kendisinin de güvenliğini istiyorsa Filistinlilerin bir devleti olmalı. Hem Filistinliler hem de diğer devletler buna razı olacaklar. Ancak bu tür kompozisyonla kalıcı bir barış ortaya çıkar. Aksi taktirde Amerika ve Batı'nın askeri desteğiyle, siyasi desteğiyle belirli bir miktar caydırıcılık olur, güvenlik sorununu sadece ötelersiniz, biraz bastırırsınız. Ama barış garanti alınmadıkça, hiçbir zaman için bölgedeki İsrail devleti ve halkı kendisini emniyette hissedemez. Kendisini sürekli emniyete alma adına sürekli başkalarına zulüm etme, şiddet uygulama ihtiyacı hissedecek. Bu sarmal kendiliğinden sürekli dönecek.
BU KAPSAMDA ORAYA BİR BARIŞ GÜCÜ GÖNDERİLMESİ GİBİ BİR FORMÜL YA DA ÖNERİNİZ OLDU MU ?
Garantörlük keyfiyetini açıkçası tartışmaya açmadık, ama ana fikir olarak şu anda ortaya koyuyoruz konuştuğumuz taraflara. Yani bunu işte çok dar bir halkada konuşuyoruz. İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısında da ben bunu daha geniş bir halkada dillendireceğim. Yani bu bir tekliftir,daha iyi teklifleri olan varsa onları da biz tabi ki değerlendiririz. Ama önemli olan bu krizi vesile bilerek iki devletli çözümü hayata geçirme yolunda adım atmaktır. Bölgeye kalıcı barışı getirmektir. Çıkış noktamız şu: Bu konunun sorumluluğunu, bölge ülkeleri üstlenmeli. Yani eğer Filistinliler içerisinde bu anlaşmanın hilafına davranacak olanlar varsa, bu ülkeler tavır koymalı. Yani tersi de diğer taraf için de olmalı. Bu perspektif geliştirilebilir.
-Garantörlük meselesiyle ilgili olarak.. Kafanızdaki modeli daha iyi anlayabilmek için soruyorum, benim anladığım kadarıyla belli ülkeler Filistin adına, belli ülkeler İsrail adına bir garantörlük statüsü kazanacak ve bu Birleşmiş Milletler (BM) altında mı olacak yoksa başka müzakereler sonucunda mı ortaya çıkacak? Bunu sizden duymak istiyorum. İkincisi dün Blinken ile görüştünüz özellikle Amerikalıların eğer bu fikri siz onlara söylediyseniz, onların fikri ne oldu? Onu öğrenmek istiyorum.
Garantörlük olarak biz ana fikri ortaya koyuyoruz, asıl sistematiğini ayrıca sistematiğin ayrıca tartışılması gerektiğini söylüyoruz.
SAYIN BAKANIM BU KONUDA ÇİN'İN YAKLAŞIMINI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?
Çin Dışişleri Bakanıyla da konuştuk. Bu arada şunu da söyleyim: Yaptığımız görüşmelerin yüzde 95'i karşı tarafın talebi üzerine oldu. Bu aslında Türkiye'nin önemini, ülkemizin görüşüne duyulan ihtiyacı ortaya koyan bir durum. Çinliler ve Ruslar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi oldukları için onların ortak bir tutumda anlaşıp bir şey çıkarması önemli. Çin'in geçmişe kıyasla bölge meselelerine daha aktif ilgi duyması da dikkati çeken bir durum. Filistin meselesinde görüşlerimiz büyük bir ölçüde örtüşmekte. Bizim görüşlerimiz zaten evrensel doğruları yansıtıyor. Aslında temel problem uluslararası sistemin somut bir pozisyon geliştirememesi. Bunun problemi aşılması için çalışıyoruz. Biliyorsunuz, ABD merkezli sistem, kendi hilaflarına bir pozisyon olduğu zaman savaş öncesinde hemen yaptırım vesaireyi gündeme getiriyorlar. Ama işin içinde
İsrail varsa, yıllardır kınamadan öteye geçilemiyor.
Gazze'de, Batı Şeria'da ve diğer yerlerde Filistinlilerin topraklarını gasp etmeleri, iki devletli çözüme izin vermemeleri, Kudüs'ün pozisyonunu değiştirme çabaları karşısında hiçbir şey yapılmıyor.
Yani sorun tespit ediliyor, sorunun etrafında büyük bir konsensüs oluşturuluyor fakat bu, bir türlü bir tavra dönüştürülemiyor. Dönüştürülemediği için de diğer tarafın kendi politikasını değiştirmesi için bir sebep de yok. Biz muhataplarımızla görüşmelerimizde, bu gerçeğin altını sürekli çiziyoruz."