Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı'nın vefat haberi tüm Türkiye'yi yasa boğdu. Acı haberin duyurulmasından sonra taziye mesajları art arda geldi. Her zaman 'Türk' olduğunu vurgulayan ve yurt sevgisiyle bilinen Duralı'nın 2020 yılında Sabah'a verdiği röportajda kullandığı sözler tekrar gündem oldu. Duralu bahsi geçen röportajda, annesinin Alman olduğunun hatırlatılması üzerine "Babama sordum "Neyim ben baba?" dedim. Babamın cevapları tereddütsüz olurdu, çok kesin bir adamdı "Sen" dedi, "Türk oğlu Türksün." ifadelerini kullanmıştı.
İşte bahsi geçen röportajın tamamı:
Yıl 1986, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde amfi 5'te ilkçağ felsefesi dersindeyiz... Koca amfi ağzına kadar dolu. Dersin hocası tahtanın önünde sırtı öğrencilere dönük kolları iki yana açık... Birden bire öğrencilerine dönüyor ve coşkulu bir tonla anlatmaya başlıyor... Amfide çıt çıkmıyor, hepimiz büyük bir hayranlıkla dinliyoruz Teoman Duralı'yı... Felsefe bölümünün efsane hocasıydı o. Prof. Dr. Duralı'nın dersleri hep böyle oldu, biz hep çok sevdik çok öğrendik onun derslerinde...
Ali Değermenci ve Ayşe Yılmaz'ın Öyle Geçer ki Zaman Teoman Duralı Kitabı Turkuvaz Kitap tarafından basıldı. Hacimli bir kitap. Başka türlüsü mümkün değil, çünkü Duralı'nın hayatından bir değil belki 10 kitaba malzeme çıkar. Bir tarafından Osmanlı'ya dayanan köklü bir aile, anne tarafı Alman. Eşi ise Fransız... Hoca, Zonguldak'ta doğmuş, ablası İstanbul Moda'da ağabeyi ise Almanya'da... Baba Sabih Bey uzun yıllar devlet memurluğu yapmış sonrasında Demokrat Parti'den milletvekili olmuş...
Prof. Dr. Duralı, tam bir kültür mozaiği... Farklı biri, sıkı eleştiriyor, hakkını da teslim ediyor herkesin... Bir eli Batı'da diğeri Doğu'yu kavramış, bir ayağı taşrada öbür ayağı metropolde... Ama kesin olan bir şey var, kalbi bu topraklarda, bu kültürde...
- Çok kültürlü bir aileden geliyorsunuz. Babanızın anne tarafı Çerkes, baba tarafı Türkmen. Anneniz Alman, eşiniz Fransız... Bu kadar farklı kaynaklardan beslenmek nasıl bir şey?
- Tipim nedeniyle batılı görünüyorum. Bunlar çok büyük, çok esaslı kültürler. Avrupa'nın belli başlı kültürleri. Bunlardan birine çakılıp kalmak işten bile değil. Ve çoğunlukla aydınlarımız bunlardan birinin militanı, partizanı olur. Annemin ve gittiğim okulun bu kültürlerden birine mensup olması ve karımın da başka bir kültürden gelmesi bir üçgen oluşturdu. Büyük ihtimalle çevremin böyle olması beni bu kültürlerden birinin militanı olmaktan kurtardı.
- Doğu kültürüne duyduğunuz sevgi militanlık düzeyinde mi?
- Hayır. Bir tek şeyin militanıyım o da Galatasaray! Belirli bir Avrupa kültürüne yapışmışlığım yoktur. Doğu'ya duyduğum ilgi nereden geliyor? Birincisi mensubu olduğum bu millet Doğu'dan geliyor. Bugün biz bunu ne kadar inkar edersek edelim Asyalıyız, Avrupalı değiliz. Bunu görmemek, göz ardı etmek istiyoruz ama secde ettiğimiz, girmek için takla attığımız Avrupa bunu biliyor. Ve bizi kovuyor, bu çok aşağılayıcı bir şey. Sevsem de sevmesem de bu milletin ürünüyüm, buradan çıkmayım ve tüm ömrümü burada geçirdim. Limanım hep burası olmuştur. Millet olarak da hep ben buraya bağlı oldum. Kırık dökük öğrendiğim üç, beş dil varsa da benim dilim Türkçe olmuştur. Almanca anne dilimdir.
- Hep şikayetçi olmuşsunuz fiziksel özelliklerinizden... Neden?
- Evet, çocukken çok rahatsızdım. O zaman başka bir dünyaydı, Bu renklerinizle, bu tipinizle düşmanlığı üzerinize çekiyorsunuz. Yani ırkçılık değil de yabancılanıyordum. Öteki olarak görüyorlardı. Çocuklukta çektiğimin haddi hesabı yoktur. Çok feci şeyler çektim...
- Mesela?
- Bir kere dayak yerdim. Atılırdım, takıma almazlardı... Zonguldak'taydık, bir gün okuldan dönerken canım çok sıkkın, kurum atmışlar bir arsaya... Kurumu görünce başımı o kurumlara soktum, saçlarımı karartmak için. En büyük derdim sarışınlıktı. Bir kere her yerden görünürsünüz. Mesela misket oynamak yasaktı ama ben çok severdim, bayılırdım... Zaten yasakları hep severim. Öğretmen baktığı gibi beni görürdü. Bahçeden meyve aşırırdık ben anında tipim bozuk olduğu için yakalanırdım, öbürleri kaybolurdu... Bir kere peşinizden gavur diye bağırılması kadar aşağılık bir şey yoktur.
- Oldu mu böyle bir şey?
- Oooooo, "Gavur gel buraya, gavur git oraya"
- Anneniz bu tür şeyler yaşadı mı?
- Annemin buraya ilk geldiği dönemde dünya savaşı hüküm sürüyordu. Ondan annem çok çok çekti. Birincisi yerini yurdunu bıraktı. Savaş haberlerini radyodan dinliyor, ülkesindeki savaşı uzaktan radyodan, gazeteden izliyordu. Annesinden, ailesinden dört yıl boyunca haber alamadı. Annemin doğup büyüdüğü yerleri uçaklar bombalıyor, top atışına tutuluyor, yerle bir ediliyor. Savaş bittikten altı, yedi ay sonra ancak annem annesinden bir mektup alıyor. Bunlar onu çok etkiledi. Başka sıkıntıları da oldu.
- Nasıl sıkıntılar?
- Ben her zaman için kültürler arasında evlenmenin zararlı olduğu kanısını taşıdım. Bu durumun yararlarını belki çok geç bir çağda yaşamaya başladım. Ama ömrümün 4'te 3'ü tatsız geçti diyebilirim.
- Peki ama neden siz de gidip bir yabancıyla evlendiniz?
- Öyle oldu. Ama ben gideyim de bir ecnebiyle evleneyim demedim. Karşılaştık, âşık olduk ve birbirimizden kurtulamadık.
- Anneniz Alman, babanız Türk. Siz de ben Türküm diyorsunuz, ama yarınız Alman, hiç kendinizi Alman hissetmediniz mi?
- İkiye bölünmenin çok büyük ıstırap olduğunu, böylesi bir durumun insanı mahva götüreceğini düşünmüşümdür. Babama sordum "Neyim ben baba?" dedim. Babamın cevapları tereddütsüz olurdu, çok kesin bir adamdı "Sen" dedi, "Türk oğlu Türksün."
HEM HZ. İSA'YA HEM HZ. MUHAMMED'E YAR OLDU
- Ağabeyinizin hikayesi çok enteresan. O Almanya'da doğmuş...
- İstihbaratta görevliydi. Tabii o zamanlar gizlenirdi, ağabeyimin asıl işi dışardaydı. Ağabeyim de babamın yolundan giden bir adamdı. Bir namus abidesi, hayatından hiçbir zaman sapmamıştır. O tabii çok çekti. Almanya'da dünyaya geldi ve o günlerin Almanyası'nda yetişti. Oradan buraya geldiğinde derin bir şok yaşadı. Öyle ki burada gördüğü her üniformalıya Hitler selamı verirmiş ilk zamanlar. Babam taşrada ufak yerlerdi çalıştığından, abim iyi öğrenim görsün diye İstanbul'a getirdiler. O küçük yaşlarında... Annemle abim çok yakındı. Çünkü abim doğduktan sonra babam Türkiye'ye dönüyor. Annem ve ağabeyim tam dört yıl sonra Türkiye'ye geliyorlar.
- Ağabeyiniz Almanya'da vaftiz olmuş, Türkiye'de ise sünnet. Hem Hz. İsa'ya hem de Hz Muhammed'e yar oldu diyorsunuz. Bu nasıl oldu?
- Evet öyle olmuş. Babam bütün sertliğine rağmen müthiş hoşgörülü bir insandı. Bütün evliliklerde kadın dinini ve adını değiştirir. Babam "Bir insan hangi dinle hangi adla doğmuşsa onunla ölür. Dini imanı ona aittir. Kimsenin müdahaleye hakkı yoktur" derdi. Bugün anlaşılır bir şey ama o gün için müthiş bir tavır. Eşim hasta, ona bakmak benim ödevim ölme lüksüm yok
- Siz de babanız gibi farklı kültürden bir kadınla evlenmişsiniz, etkilendiniz mi babanızdan?
- Babam kadına saygı duymanın esas olduğunu bana telkin etmiştir, başımın etini yiyerek değil, model olarak. Ve şöyle onun karısı da benim karım da kimsesizdi. Bana hep "Ben ölünce annen sana kalacak derdi. Sana emanet" derdi. Annemin ailesi yok. Şimdi de benim durumum öyle. Eşim ağır hasta. Ona destek olmak, bakmakla yükümlüyüm. Mesela benim ölme lüksüm yok. Ben ondan önce ölürsem ona kim bakacak? Çocuklarımız var, onlar bırakmaz ama açıkçası ben şimdi onun için yaşıyorum. Onu omuzlamak, taşımak üzere yaşıyorum.
- Eşiniz ne zaman yakalandı Alzheimer'a?
- Çok zor bir hastalık ve çok erken başladı. Erken, bayağı erken oldu. Emekli oldum ama çalışmak zorundayım. Niye yaşıyorum, ödevimi yerine getirmek için. Onu kimselere bırakamam. Hayat tatlı, hoş bir olay değil. Peygamber öyle diyor. "Mümine dünya hayatı cehennem" diyor. Müminden kasıt vicdan sahibi insan.
- Annenizin de sizden bir isteği oluyor ve siz o ödevinizi de yapıyorsunuz... Vaftiz kilisesinden toprak getirmişsiniz...
- Evet, annemin Almanya'da vaftiz olduğu kiliseden bir avuç toprak getirip mezarının üzerine koydum. Bir de gül diktim ama o tutmadı.
SİYASETTEN HEP UZAK DURDUM
- Kemal Tahir, Ara Güler, Mümtaz Soysal, Ahmet Emin Yalman... Ve daha niceleri, çok farklı bir insan selinin içinden geliyorsunuz. Dindar da var, muhalif de... Babanız muhafazakar biri... Bu farklı görüşler bir masaya oturuyor ve kimse kimsenin boğazını sıkmıyor. Nasıl oluyordu bu?
- Evet aynı masaya oturuyorlardı. Osmanlı'dan gelen bir şey, gündelik hayatta siyasetten, dinden konuşmak büyük ayıp sayılırdı. Gerçi bunlar sofraya oturduklarında siyasetten başka bir şey konuşmazlardı ama kavga çıkmazdı. Babam hastalıklı bir muhalifti, sülalem öyleydi... Mesela babam Demokrat Parti milletvekiliydi ama partinin baş muhalifiydi. Adnan Menderes "Bu Sabih'ten çektiğimi İsmet Paşa'dan çekmedim" dermiş. Hep bir muhalif tavır vardı, kim iktidardaysa o eleştirilirdi. Asilik etmediğiniz vakit kötü gözle görülürdünüz bizde... "Bu çocuk korkak mı acaba?" denirdi. Siyasetten hep uzak durdum. hâlâ da öyledir siyaset, maliye ve hukuk hiç ilgimi çekmez.
GALATASARAY'DAN BAŞKA YAPIŞTIĞIM BİR ŞEY YOKTUR
- Futbolu çok seviyorsunuz...
- Çok seviyorum ve dediğim gibi benim hayatta militanca duygularla bağlandığım tek şey Galatasaray. Bağnazca yapıştığım olay odur. Başka bağnazlığım yoktur.
- Nasıl olur da bir insan bir futbol takımına böylesine bağlanabilir? Cahilce bir soru biliyorum ama benim de aklım bunu almıyor.
- Bilmiyorum. O bir duygu işi... Duyguların da izahı yoktur. İzah edeceğiniz şey akıl olabilir. Neden Galatasaray'ı tuttum? Abim oralı da ondan. Yurt dışında maç varsa milli takımı tutarım. Bu tamamen bir kabile zihniyetidir.
DEVRİMLER BOŞANMAK GİBİDİR, ÇOK ACI VERİR, FELAKET BİR ŞEYDİR
- Kitabınızda Atatürk bahsi çok geçiyor bazen olumlu, bazen olumsuz. Atatürk'e bakışınız nasıl?
Benim eleştiremeyeceğim tek bir merci varsa o da Allah'tır. Her insanın olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Olumsuz tarafları çok olan vardır, cahiller, canavarca işler yapanlar. Onlarda olumlu bir şeyler bulmaya uğraşmam. Temerküz tesislerini kuran birine onun da iyi bir tarafı vardır demeye dilim varmıyor mesela. Ama Atatürk'ün olumlu taraflarını görüp, olumsuzlarını görmemek onu tanrılaştırmak olur. Ben de buna yekten karşı bir kişiyim. Ben insana tapmayı katiyetle reddederim. Ve hiç kimsenin baştankara karşısında değilim. Atatürk'te şunlar yanlıştır dediğimde "Vay Atatürk düşmanı" diyorlar, ne alakası var! Niye öyle bir şey olsun. Yani kişisel olarak benim ona karşı olmam için bir sebep yok. Ama dediğim gibi son derece tuttuğum yanları var, tutmadığım yanları da var. Bunu ben İsmet Paşa için de söylüyorum, Adnan Menderes için de söylüyorum... Hataları görmemek benim meslek ahlakıma aykırı bir şeydir. Felsefeci olmak eleştirmek demektir.
- Osmanlı'dan Cumhuriyet yönetimine geçiş hata mı sizce?
Ben vefa adamıyım. Mesela doğup büyüdüğüm evin korunmasını, orayı çocuklarıma, torunlarıma devretmeyi çok isterdim. Efendim o ev dökülüyor... Tamir edelim kardeşim. Tamir mümkün değilse yıkılacaktır. Ama elden geldiğince biz bunu düzeltelim. Bu evlilik hayatında böyledir. 40 bin kere kavga edersiniz ama bir yerden kurtarmaya bakmalısınız. Devrimler boşanmadır. Boşanmak bir felakettir, faciadır. En çok mağdur olan çocuklardır. Yaranın acısını sonraki nesiller çeker. Bütün bir dünyayı değiştiriyorsunuz, hukukunuzu, yazınızı, kılığınıız kıyafetinizi, yediğinizi, içeceğinizi... Yani fes giyiyorduk. Yok fesi oradan almışız, buradan almışız... Evet, her şeyi bir yerden alıyoruz. Tamam fesi Fas'tan almışız ama bu bize mal olmuş, bizim. Kimliğinizi veren bir şey, alameti farikanız. Niye bunu kaldırıyorsun kardeşim, ne lüzum var?
- Osmanlıyı seviyorsunuz...
- Osmanlı benim atam, sevip sevmemem değil mesele. Oradan geliyoruz, onların evladıyız... Geçmişimiz o bizim...