EMRE BAŞARAN / Daily Sabah
Türkiye ve Bulgaristan, hem içiçe geçmiş halkları hem ortak bir coğrafyaya sahip olmaları hem de yakın kültürleri sayesinde çok sağlam bağlara sahip iki ülke.
Bu iki komşu ülke arasındaki kültürel ve gastronomik benzerlikleri fark etmek için alim olmaya da gerek yok tabii. Bilhassa Trakyalı vatandaşlarımızla Bulgaristan halkı arasındaki kültürel benzerlikler daha sıkça göze çarpmakta. Aynı samimi gülüşler ve misafirperverlik rahatça fark edilebiliyor.
Temmuz ayı sonlarında, Cumhuriyet gazetesi, Turizmin Sesi ve Turizm Günlüğü internet sitelerinden meslektaşlarımla beraber Bulgaristan'a Turizm Bakanlığı'nın davetlisi olarak katılma şansı buldum. Kelimenin tam anlamıyla dopdolu bir seyahatti.
"Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" derseniz, tabi ki anlatayım. Lakin yemeklerin kalitesine değinmeden de geçemeyeceğim açıkçası.
Güzel şehir Sofya
"Bulgar gümrüğü" olayı bizde biraz meşhurdur malum, ki açıkçası Sofya Havalimanı'ndaki gümrük memuru arkadaşlar bunu biraz ispatladılar diyebilirim. Bir miktar sorup soruşturduktan sonra kendilerine Bulgaristan Turizm Bakanlığı'ndan gelen davet mektubunu göstermemin ardından ülkeye giriş yapabildim ve Sofya Havalimanı dışında bizi bekleyen karşılama ekibiyle tanıştım.
Servis aracına bindiğim ilk andan itibaren misafirperverlik hissediliyordu, ki bunu misafirperverliğiyle dünyaya nam salmış bir ülkenin vatandaşı olarak söylüyorum.
Kendisine kısaca "Ivo" olarak hitap etmemizi isteyen arkadaş canlısı tur rehberimiz Ivaylo Hranov, Sofya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olduğu için çok akıcı şekilde Türkçe konuşabiliyordu, ve bizi ülkesinin tarihi hakkında çokça kez aydınlattı.
Şoförümüz "Bay Dancho" ise, 65'e merdiven dayamasına rağmen 50 yaşında gibi gösteren, İngilizce bilmediği halde işaret diliyle de olsa anlaşabildiğimiz çok neşeli ve arkadaş canlısı bir insandı ve tur boyunca bize gerçekten unutulmaz anlar yaşattı; özellikle de bilhassa Trakya bölgemizde kullanılan, Bulgarların da günlük hayatta kullandığı kimi deyimler eşliğinde.
Turda bize eşlik eden bir de "influencer" vardı; Asya Zareva. Kendisi de pozitif tavırlarıyla ve gülüşüyle turumuza güzellik kattı diyebilirim.
Sofya Havalimanı, şehre çok yakın bir bölgede yer aldığından ötürü, kısa bir yolculuktan sonra otelimiz Hyatt Regency'e vardık. Otelde en ufak detaya dahi çok özen gösterildiği çok belliydi. Odalarda dev televizyonlar, espresso makineleri ve pek çok diğer imkan bulunuyordu. Otel görevlileri eşliğinde, kurşun geçirmez camları ve katedralleri, botanik bahçesi, meydanları ve diğer güzellikleriyle Sofya'nın harika bir manzarasına sahip olan kral dairesini de gezme fırsatımız oldu.
Hyatt Regency Sofya'da ayrıca belki de hayatımda gördüğüm en güzel tasarımlı lounge bulunuyordu. 1980'li yılları hatırlatan tasarımıyla insanı o günlere götüren çok şık bir mekandı.
Havadar terası ve otelin her yanına serpiştirilmiş sanat eserleriyle Hyatt Regency, bir otelin nasıl inşa edilip yönetilmesi gerektiğine çok şık bir örnekti diyebilirim.
İlk günün öğle yemeği vaktinde, Shtastliveca isimli tarihi bir restorana gittik. Bulgar mutfağıyla ilgili çok özet bir şey söylemem gerekirse: salata, salata ve daha çok salata.
"Türkler yemekten önce çorba içerler, biz ise salata yeriz," diyerek açıkladı Ivo durumu. Lakin yemek öncesi gelen salataların porsiyonları o kadar büyüktü ki, rahatlıkla doyabilir ve ana yemeğe yetişemeden masadan kalkmak isteyebilirsiniz. Çoğunlukla, bizdeki beyaz peynire çok benzeyen "Bulgar beyaz peyniri"yle süslenen salataları gerçekten çok iyi yapıyorlar.
Salatadan sonra genellikle tavuk veya kırmızı et servis edildi; sadece köftesiyle meşhur olan Filibe'de köfte yeme fırsatımız oldu.
İlk günkü öğle yemeğinin ardından, Sofya'nın biraz dışında kalan Milli Tarih Müzesi'ni ziyaret ettik.
Kuzey Avrupa'daki devasa müzeler kadar büyük ve ihtişamlı olmasa da, Bulgaristan'ın Milli Tarih Müzesi hem panoramik tabiat manzarası hem de içerdiği pek çok tarihi eserle birlikte kesinlikle bir ziyarete değer diyebilirim.
Ardından, Sofya'daki ilk gün gezimiz kapsamında, Banyabaşı ismiyle bilinen Kadı Seyfullah Efendi Camii'ni de görme şansımız oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun Bulgaristan'da hüküm sürmekte olduğu 1566 yılında yapılan bu cami, başkent Sofya'da geriye kalan tek cami olma özelliğini taşıyor. Anlaşılan o ki Sofya'daki pek çok cami kiliseye çevrilmiş yahut yıkılmış.
Banyabaşı Camii'nin dibinde, Sofya'nın tam şehir merkezinde yer alan tarihi kalıntıları, aynı zamanda Ivan Vazov Milli Tiyatrosunu, St. Nikolas Kilisesini ve Rus Ortodoks Kilisesi'ni de görme şansımız oldu.
Bir tatlı huzur almaya geldim Borovets ve Bansko'ya
Turumuzun ilerleyen günlerinde, bilhassa yaz aylarında pek huzurlu ve sakin olan iki şehri, Borovets ve Bansko'yu görme şansımız oldu. Kayak turizminde çok meşhur olan bu iki şehir,
yaz aylarında çok sakin ve huzur dolu oluyor belli ki. Borovets'e yolculuğumuz esnasında öncelikle "Belchin Spring" isimli bir kaplıca otelini de ziyaret etme şansımız oldu. Doğal malzemelerle dekore edilen oteli sadece ziyaret etmek bile terapi etkisi yaptı diyebilirim.
Tekrar otobüsümüze bindik ve Borovets'e ulaştık. Yaz aylarında ziyaret etmekte olduğumuzdan, kayak yapmak tabi ki mümkün değildi lakin temiz havasıyla ve doğasıyla içimizi ferahlatan, şehir hayatının yorgunluğundan bizleri arındıran bir şehir oldu Borovets.
Hotel Rila'daki konaklamamız, bilhassa balkondaki harika doğa manzarasıyla adeta şölenseldi diyebilirim.
Bulgaristan'a dair en sevdiğim şeylerden biri ise, havasının hiç nemli olmamasıydı. İlk günkü gezimizde, Sofya'da 15 kilometre kadar bir yürüyüş yaptık ve hiç zorlanmadım. Eğer bu kadar yolu İstanbul'da yürümüş olsaydım kuvvetle muhtemeldir ki havadaki nem oranı yüzünden düşüp bayılır yahut fenalaşırdım.
Borovets'teki hava da aynı şekilde çok ferahtı ve derin nefesler alarak tertemiz bir havayı içimize çekmemizi sağladı.
Turumuzun üçüncü gününde, küçük bir Bulgar kasabası olan Belitsa'daki "Dans Eden Ayılar Parkı" isimli bir hayvanat bahçesini ziyaret ettik. Normal şartlar altında hayvanat bahçelerinden nefret ederim ve her hayvanat bahçesinin hayvanlar için bir hapishane olduğuna dair inancım tamdır. Hayvanlara uygulanan şiddeti ve hayvanların özgürlüğünü ellerinden almayı bünyem kaldırmadığı için başta bu mekana girmek istemedim. Lakin çevreye bakınca, bu mekanın bir hayvanat bahçesine değil de, daha çok hayvanların doğal yaşam alanlarına bir ziyaret yaparmış hissi veren büyük bir açık hava parkına benzediğini gördüm.
Bu sebepten olacak ki, Dans Eden Ayılar Parkı bana bile hitap etti diyebilirim zira park insanları değil, hayvanların rahatını önceleyen bir tasarıma sahipti. Parkın tam ortasından geçen çitle çevrilmiş daracık bir patika yolu var, hepsi bu kadar. Ayılar rahatlıkla parkın içinde gezip dolaşabiliyorlar. Çitlerin hemen arkasında ayıların insanlara yaklaşmaması adına kurulmuş elektrikli tellerin olması beni ciddi anlamda rahatsız etmiş olsa da, bu durumu sindirmeye çalıştım zira böylesi bir tesiste sanıyorum ki bu bir zorunluluk.
Parktaki muhteşem ayıları gördükten sonra, hemen dibindeki bir lunaparkı ziyaret ettik ve bir makinistin değil, binen kişinin kontrol ettiği bir roller-coaster'ı deneme fırsatımız oldu. İçinde bulunduğunuz aracın hızını siz ayarlıyorsunuz ve böylece biraz adrenalin istediğinizde hızlandırıp, fazla hızdan korktuğunuzda aracı yavaşlatma şansınız oluyor; kontrolün sizde olması da gerçekten çok rahat ve güvende hissettiriyor. Rayların ise yemyeşil bir ormanın içinden geçiyor olması bu tecrübeyi çok daha keyifli bir hale getiriyor.
Ardından, "mekan" sözcüğünden adını alan "mehana"lara da ziyarette bulunduk. Genellikle Osmanlı zamanından kalma olan, muhteşem tasarımları olan bu restoranlar, şehir hayatının yorgunluğundan ve modernliğinden bir kaçış imkanı sunuyor.
Ardından, dünyaca ünlü kayak şehrine, Bansko'ya geldik. Bansko gerçekten muhteşem bir şehir; yolları tertemiz, muhteşem restoranlara ve mimariye sahip ve doğal güzelliğiyle de büyülüyor. Mevsim icabı kayak yapmaya fırsatımız olmasa da, şehirdeki tek uluslararası otel zinciri olan Kempinski Grand Arena Bansko'da kalacak olmamız ilk dakikadan itibaren müthiş bir tecrübe yaşayacağımızı gösterir nitelikteydi.
Otelin her yanını süsleyen ahşap ağırlıklı tasarım sayesinde olsa gerek odalar çok ferahtı ve muhteşem kokuyordu. Kempinski'nin de kral dairesini görme fırsatımız oldu. Kempinski'nin en pahalı odası olan bu süit, dünyanın en iyi 101 kral dairesinden biri olarak seçilmiş, ve bunun sebebini anlamak zor değildi gerçekten.
Ardından, Bansko'daki muhteşem tasarımlı Ortodoks kilisesini de ziyaret etme şansımız oldu.
Sonrasında ise, konaklayacağımız bir diğer şehir olan Velingrad'a gitmek üzere yola koyulduk.
Yolculuk esnasında, yol kenarında kurulmuş bir pazar yerinde kısa bir süre mola verdik. Bu pazaryerinde Bulgaristan Türkleri tarhana çorbası, zeytin, bal gibi gıda malzemeleri satmaktalardı ve bolca alışveriş yaptık. Trakya ağzından ayırt edemeyeceğiniz aksanları eşliğinde kendileriyle Türkçe konuşmak harika bir tecrübeydi.
Ardından, Velingrad'da konaklayacağımız The Arte oteline vardık. İsminden de anlayabileceğiniz gibi, bilhassa tasarım elementleri açısından sanatsal yönü çok ağır basan bir oteldi Arte; çok ferah ve moderndi.
Spa tesisleriyle meşhur olan bu şehirde güzel bir akşam yemeği de yedik, temiz havasını içimize çektik ve güzel bir gün daha geçirmiş olduk.
Balkanlar, o post-Sovyetik havayı zaman zaman hissettirirler ki Bulgaristan da çok farklı değildi. Detaylara dikkat kesildiğinizde, komünizm zamanlarından kalan o tasarım elementlerini, eski binaları, metroları, pek de parlak durumda olmayan altyapıyı ve araba yolculuklarını çok zor hale getiren eski yolları fark etmek çok zor değil.
Turumuza dahil olan son şehre, Filibe ismiyle de bilinen Plovdiv'e yolculuğumuz esnasında bir nostaljiyi de yaşadık diyebilirim. Şehirlerarası bir tren yolumuzu kestiği için beklemek zorunda kaldık ve trenin geçişi esnasında yolculara el salladık.
Dediğim gibi, Balkan insanı çok sıcakkanlı; tanımadıkları insanlara karşı dahi.
Muhteşem Plovdiv, yahut Filibe
Eski adı olan Philippopolis'e dayanan Filibe ismiyle de anılan Plovdiv ise, gerçekten hiç Sovyetik hissettirmedi desem yeridir.
Klişe denebilecek kadar Avrupalı hissettiren bir şehirdi Filibe. Temiz yollar, tarihi eserler, heykeller, mağazalar ve niceleriyle çok beğendiğimiz bir şehir oldu.
Sofya'daki gibi şehir ortasındaki tarihi yıkıntıları görmek Filibe'de de mümkün; üstelik buradaki harabeler başkente oranla çok daha büyük bir alanı kaplıyor.
Binlerce yıllık tarihi olan bu şehrin en önemli noktalarından biri ise şehrin tepesinde yer alan Antik Tiyatro. Balkanların en güzel manzaralarından birini sunan bu mekan, tarihi iliklerinize kadar hissettiriyordu. Tiyatronun sahnesine yerleştirilen bir melek figürü ise bu tarihi ortamla çok uyumlu görünüyordu; o kadar ki, başta tiyatronun gerçek bir parçası zannettim. Lakin o günkü bir etkinlik için özel olarak yerleştirilmişti.
Şehirde aynı zamanda pek çok antik dükkanı da bulunuyor; bu mekanlardan broş, kitap, eski kameralar gibi pek çok şeyi uygun fiyatlara satın alabilirsiniz.
Şehre geri inerken, tarihi bir Mevlevihane'ye de denk geldik, ve ardından Nöbet Tepe ismiyle bilinen alana ulaştık. Nöbet Tepe'ye vardığımızda, "Üsküdar'a Gider İken" olarak da bilinen "Katibim" isimli şarkıyı söyleyen iki Bulgar sanatçıyla karşılaşmak muhteşem bir sürprizdi. Neredeyse son 10 senedir Üsküdar'da yaşayan bir insan olarak, bu durum elbette benim için daha da anlamlıydı.
Şehre geri indikten sonra, Dzhumaya (Cuma) Camii'ni de ziyaret etme şansımız oldu. 1364 yılında, İstanbul'un fethinden neredeyse bir asır önce Osmanlı İmparatorluğu tarafından inşa edilen bu camiide, Bulgaristan Türkleriyle de tanışma şansım oldu.
Filibe'deki turumuz bittikten sonra, Sofya'ya dönüş vakti gelmişti, zira ertesi sabah dönüş uçağımız vardı.
Bulgaristan'daki son akşam yemeğimiz, "Hacıdraganov'un Mahzenleri" ismindeki çok şık bir mekanda oldu. Aşırı tarihi yapısıyla, gerçek anlamda bir mahzende yemek tecrübesi yaşatan bu mekanı çok beğendik.
Akşam yemeğinden sonra, Sofya'da son bir tur attık, ki bu sefer gece vaktiydi ve insanların yiyip içtiğini, eğlendiğini görmek - özellikle hepimizi çok yoran bir pandemi esnasında – gerçekten çok ferahlatıcıydı. Bulgaristan, 7 milyona yakın nüfusuyla pandemi meselesini çözmüş gibi görünüyor; herkes aşılanmış ve kimse maske takmıyor. Her yerde maskesiz gezebilmek – özellikle de iki doz BioNTech aşımı da olmamdan ötürü – gerçek bir mutluluktu diyebilirim. Sadece otellerde, kahvaltı esnasında maske ve eldiven takmanız gerekiyordu, o kadar.
Bilime güvenelim, aşımızı olalım ve aşı karşıtlarının korku pompalayan şayialarına geçit vermeyelim derim ben.
"Komşi"deki seyahatim genel hatlarıyla böyleydi. Beklentilerimin çok ötesine geçen bir seyahat olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; Bulgarların misafirperverliğine ve güzel ülkelerine dair çok şey öğrendim.
Eğer bir Seyahat yapasınız varsa ama nereye gideceğinize henüz karar vermediyseniz, Balkanlar'ı genel olarak rahatlıkla tavsiye edebilirim. Ve de Balkanlar'a geldiğinizde, mutlaka Bulgaristan'ı da ziyaret edin derim.