Gazetecinin hatıraları!
Okuyacağınız satırlar, ünlü gazetecinin, büyük yankılar yaratan hatıra kitabından alıntılardır... "Gazeteciliğin benim mesleğim olmadığından emindim. Ama... İnsanın hayal edebileceği en iyi gazetecilik üstadıyla çalışacaktım. Ertesi gün akşam üzeri saat beşte, gazetenin bulunduğu binada bana randevu verdi. Gazete binası, cumhuriyetçi dokunuşlarla süslü, eski bir yapıydı. Bize her şeyi gösterdi. Bir yanda yazı işleri odaları ve yönetim bölümü vardı. Öteki tarafta haber merkezi ve o erken saatte kimsenin olmadığı, içinde üç masa bulunan mürettiphane, dip tarafta da bir ayaklanmadan sağ çıkmış gibi baskı makinesi ve gazetenin iki yegane linotipi bulunuyordu. Görüşmeye birlikte gittiğim arkadaşım, gecenin bir yarısında aradı. Üstat büyük bir heyecanla benden söz ederek haber sayfası için bir kazanç olacağımı söylemiş, gazete sahibi de aynı kanıdaymış. Ama, arkadaşımın beni aramasının gerçek nedeni, üstadı tek endişelendirenin hastalık derecesindeki utangaçlığım olmasıydı; adamcağızı bunun benim yaşamımda büyük bir engel olması düşündürüyormuş. Ertesi gün... Saat onda gazete kapanınca, üstat ceketini giydi, yanımıza gelerek bizi yemeğe davet etti. Elbette ki 'mahzen'e gittik. Ertesi gün... Bana ilk yazımı yazmamı söylediğinde; kendimi, bir gece önceki sözel olimpiyatın ardından her şeyi yapabilecek güçte hissediyordum. Üstat da bunu anlamış olmalıydı ki, bana birkaç güncel konudan söz etti. Ben daha acil bulduğum başka bir konuyu önerdim: Sokağa çıkma yasağı... Beni yönlendirmedi. Gazetedeki tarih öncesinden kalma daktilolarla pek anlaşamadığımdan makalemi kendi el yazımla yazdım. Dört saatlik bir doğum oldu. Üstat kötü haberi, beni en az incitecek biçimde vermenin yolunu bulana kadar, yazımı okuduktan sonra: 'Fena değil, ama bunu basmak olanaksız' dedi. Söylediği beni şaşırtmamıştı. Ama onun bunu demesinin benim bilmediğim gerçek nedeni son noktayı koyacak cinstendi: 9 Nisan'dan beri, hükümetin kamu düzenini bozacak tek bir harfe bile izin vermemek niyeti ve gücü... Neyse ki üstat, beni ölüme mahkum etmedi. Baştan aşağı yeniden yazmam gereken yazımı elime tutuşturarak bunu onu memnun etmek için değil, sansür nedeniyle yapacağımı söyledi. Böyle bir adamdı işte: Onun kadar barışçıl ve sessiz, onun kadar uygar birini tanımadım ben; olmak istediği kişi olmayı bilmişti hep; gölgede kalmış bir bilge. Sonraları... Hükümetin ülkeyi kana boğan politik şiddet karşısındaki ciddi tutumunun bir göstergesi olarak polis de askerileşmişti. Üstat, şaşırtıcı bir kararlılıkla ve sonuçlarına aldırmadan bu haberi ele almamı istedi. İmzasız çıkan ilk yazımda hükümetten sorumluların cezalandırılmalarını istedim. Üç gün sonra gazetenin sahibi, aynı biçimde devam etmemiz konusunda kendisi de dahil herkesin fikir birliğine vardığını söyledi. Hiçbir şeyden haberimiz olmadığı ve böyle bir şeyi beklemediğimiz bir gece, bir tabur asker, insan ve silah seslerinin birbirine karıştığı bir yaygara eşliğinde sokağın iki ucunu tuttu. Komutan, gazete binasından içeri girdi. Gazete sahibiyle kapalı kapılar ardında görüştüğü iki saat süresince kimse yerinden kımıldamadı. İkisinin de kötü alışkanlığı olmadığı için sigara ve alkolün eşlik etmediği tam yirmi iki fincan sütsüz kahve içtiler. Odadan çıkınca hepimize teker teker veda eden General, benim yanımda biraz daha fazla oyalanarak, gözlerini gözlerimin içine dikip: 'Siz çok yol kat edeceksiniz' dedi. Yüreğim ağzıma gelerek belki de hakkımda her şeyi bildiğini, 'çok yol' derken ölümü kastettiğini düşündüm. Patron, özel olarak yaptıkları görüşmede, General'le konuşmalarının ana hatlarını üstada anlattıktan sonra; adamın, her gün hangi yazıyı kimin yazdığını adı ve soyadıyla bildiğini söylemiş. Patron da, kendine çok uyan bir el hareketiyle, yazıların kendi emriyle yazıldığını ve gazetelerde de tıpkı kışlalardaki gibi emirlere uyulması gerektiğini açıklamış."
 Hatıralar böylece devam edip gidiyor... Sonuç: Bir... Hasan Cemal "öyle" yazmamalıydı... İki... Yazarsam, nasıl yazmalıyım? "Öyle" mi, "böyle"mi? Öylesi ve böylesi... Az sonra...
|