Leylim ley
Biri boğazın tam kıyısında, beriki boğazın yamaçlarında, aynı anda aynı türküyü dillendiriyordu. "Döndüm daldan kopan kuru yaprağa ."Biri boğazın tam kıyısında, beriki boğazın yamaçlarında toplanmış binlerce kişi aynı anda aynı türküye eşlik ediyordu: "Seher yeli, dağıt beni, kır beni ." Türkü aynı türkü, sözler aynı sözler ve fakat söyleyişler başka başkaydı. "Ayın şavkı vurur sazın üstüne ." Söyleyenlerin söyleyişleri başka başka olsa da, boğazın kıyısında ve boğazın yamaçlarında toplanan " binler "in hançerelerinden aynı tınıda yükseliyordu sesler: "Leylim leeeey.. Leylim ley!." Mehtap kuşatmıştı geceyi ve ayın şavkı iki sahnedeki sazların üstüne vuruyordu. Sazlar ışıl ışıl parlıyordu ayın aydınlığında. Ve.. Aslolan şuydu ki, gökyüzünde tek bir ay vardı. Ve herkes aynı ayın altındaydı aynı anda, farkında olmasa da. Aynı ayın. " Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni. Leylim ley! " Ay herkesi sarıp sarmalıyordu bizim buralarda ve müzakere ve mütarekeye hazırlanılan Avrupa'nın semalarında. Yani. Ay her yerde aynı aydı. Kimse farkında olmasa da.
 Boğazın yamacında, Açıkhava'da, İbrahim Tatlıses vardı. Arkasında koca bir senfoni orkestrası. 1970'lerde başladığı müzik serüveninde belki kendisinin bile hayal etmediği bir noktaya gelmişti. Aslında 30 yıllık şarkılarının yolculuğu Türkiye'nin de yolculuğuydu. (Arabesk tınılardan, Avrupai senfonilere.) Özel yaşamı ise yol kazalarıyla doluydu. Tek müsebbibi kendisi olan kazalarla. Sadece o hataları yüzünden, arkasında duran kitlelerin sevgi ve desteğini kaybedebilirdi çoktan. Lakin gecenin yegane hakimi olan ve hangi hançereden çıktığı hiç bilinemeyen o " müthiş " sesin üstesinden gelemeyeceği engel yoktu. Sesi, kendisinin ve hayatının bile önünde gidiyordu. O gece, koskoca senfoni orkestrasının da önünde gittiği gibi. Lakin.. Bize öyle geldi ki. Daha 1977'de, kendi deyimiyle " sakızdan 45'liğe " okuduğu Mukim Tahir'in " Ayağında Kundura " çığlığının gölgesinde geçip gidiyordu hayatı. Öyle bir çığlıktı ki, gölgesinde bütün bir hayatı " sağsalim " barındırabilirdi. 30 yıllık yolculuğu da ayağında o kundurayla yapıp geliyordu işte.
Boğazın tam kıyısında ise. İstanbul'un yeni ve olağanüstü konser mekanı " Kuruçeşme Arena "da, üç ırmak birleşmiş, çağlayarak bir denize akıyordu. Birisi Türkiye'nin " billur bir pınar " gibi çağıldayan " en iyi kadın sesi " Şükriye Tutkun . Ötekinin sesi? Hayır. O tek başına türkülerin senfonisi. Tek başına dev bir Anadolu oratoryosu. Sanki akciğerlerine zerrece yüklenmeden, sakin bir " söyleyiş "ten duyulan gök gürültüsü. Ya da sahnedeki " merhamet ve cesaret ana duruşu ." Tıpkı felsefesindeki gibi; bir yanda, sanki " bu türküleri söyleyen ' ben ' değilim " diyen ve boynunu büken Hacı Bektaş alçakgönüllülüğü, aynı anda " bu türküler benim " diye haykıran Pir Sultan başkaldırışı. Sabahat Akkiraz o. Ve.. Zülfü Livaneli . Sahnede bir milletvekili. Yıllar önce sormuşlardı bize; " Hangi müzik türünü seversiniz? " diye. Düşünmeden " Livaneli müziği! " demiştik. Bizim için de, herkes için de; bilinen türlerin dışında, kendi müziğini yaratmıştı Livaneli daha o zamanlar. Müzikte bir yol ve yolculuktu Livaneli. Ve o yolculuğa milyonları " yoldaş " etmişti yıllar boyunca. " Milyonlar " sözün gelişi değil. Yirmi yıl kadar önce. Ankara Hipodromu'nu dolduran 400 bin kişilik koronun içindeydik biz de... Türkiye'de bir daha olur mu, bilemeyiz, ama bir kere oldu ve biz oradaydık o gece.. Karlı Kayın Ormanı'nda. Ne güzel aktı üç ırmak birleşip aynı denize.
Ve.. Aynı ayın altındaydık o gece. Boğazın yamacında ve denizin tam kıyısında. Seher yeli dağıtıp duruyordu cümlemizi, leylim ley havalarında,ortak korolarda. İlgisizce aklımıza düştü işte. Hadi böldünüz toprağı. "Ay"ı nasıl böleceksiniz?. " Deniz "i nasıl? Ya " seher yeli "ni?
|