Siyah beyaz resim.. Çocukluğumuzun en keyifli oyunlarındandı Yağ Satarım, Bal Satarım.. Ortadaki resimde kardeşim Kemal'in torunu Ayşegül var.. Benim küçük yeğen. En sondaki Oylum Öktem'in son "Heykel" sergisinden bir görüntü.. Bu birbirleri ile alakasız görünen üç resim niye yana, yana geldi, merak ediyorsanız, bi zahmet yazıyı okuyacaksınız..
Sayfamda yan yana üç resim görüyorsunuz.. Geçen hafta elime geçti üçü de..
İlki, siyah beyaz olanını ağabeyim Öcal yolladı.. Öbür kardeşler, Serpil ve Kemal'e de yollamış..
"Sevgili Kardeşlerim, Ne güzel günlerdi o günler" yazmış bir yığın resmin tepesine.. Resimler, bizim çocukluğumuzda oynadığımız oyunlar.. Körebe.. Beş Taş.. Misket.. Çember.. Topaç.. Sek sek.. İp atlama.. Çelik çomak.. Kuka.. Uzun eşek.. ve de sayfamdaki "Yağ Satarım, Bal satarım.."
Bu sonuncusu, hem mahallede, hem de köyde kız erkek birlikte oynadığımız oyunlardı..
Sözünü ettiğim 40'lı yıllar.. Savaşın son yılları ve hemen arkası.. Ekmeğin, şekerin, yumurtanın karne ile satıldığı yokluk yılları.. Oyun için top bile yok, inanın ki, İstop oynayalım..
Ne yapılacak peki çocuk vaktimizi geçirmek için..
Alet gerektirmeyen oyun bulunacak.. Yoksa icat edilecek..
Ne üzülürdük, oyuncağımız yok diye.. Hele Amerikan filmlerindeki Amerikan çocuklarına bakarken..
Bizi yetiştiren o yokluklara "Teşekkür borçluymuşuz" meğer..
Yokluk bizi "Yaratıcı" olmaya zorladı. Kafamızı kullanıp, oyun icat edeceğiz ki vakit geçsin..
Ettik de.. Neler neler?..
Gazoz kapakları oyunları icat ettik. Hepimizin evde bir kapakla dolu servet kutusu oluştu.. Amerika'dan dönen Aslan Amca (Türkeş) bana bir Coca Cola kapağı hediye etmişti de, nasıl kasılmıştım, mahallede..
..Ve de "Takım" olmayı, "Biz" olmayı öğrenmiştik.. Aletsiz oyun icat ediyorduk ama, arkadaşsız oyun olmuyordu ki.. Mahalledeki çocuklar toplanıp arsada buluşmazsan, istediğini icat et, nasıl oynayacaksın..
Nasıl dostluklar kurmaya başladık daha ilk okula bile gitmezken.. Nasıl sosyalleştik..
Güneş batarken, oyun saati biterdi.. Arsanın ortasında toplanır, "Evli evine/ Köylü köyüne/ Evi, köyü olmayan/ Sıçan deliğine" şarkısını söyler dağılırdık, ertesi gün buluşma sözleri vererek..
Ortadaki resim Ankara'dan geldi.. Kemal'in torunu Ayşegül.. Evde oynuyor.. Kendi kendini eğlendiriyor..
Nasıl?.
Bacaklarının arasında bir "Akıllı" Telefon var..
Dünyayı yok edecek alet bu.. Atom bombasından daha tehlikeli.. Bir insanı yalnızlaştırmak istiyorsan eline bir "Akıllı" ver, tüm aklını yitirsin. Tüm dostlarını yitirsin.. Hala kalmışsa, dost toplantıları, dost sohbetlerinizde en "İstenmez" adam olsun..
Eskiler "Lafa limon sıkma" derlerdi. Şimdi "Sohbete Akıllı sıkılıyor.." Hadi bir şey anlatmaya teşebbüs et bakalım.. Karşında üç kişinin parmakları telefonun üzerinde kayıyorsa, anlatabilir misin?.
İğrenç.. Rezil..
Ama dünyamız bugün bu..
"Akıllı" çocuğu oyalıyor.. Mızmızlık bitiyor.. Ana baba rahat ya.. At Akıllı'yı çocuğun önüne, keyfine bak.. Tamam da o çocuk ne oluyor?. Ne olacak?.
Cevap üçüncü resimde..
Oylum Öktem İşözen, çok sevdiğim bir heykeltraş.. Üç yönlü severim.. Bir babası, Tankut Hocamı çok severdim. Müthiş anıtları ile, Cumhuriyet'in Heykeltraşıydı.. Eşi Erhan İşözen, Kent Mimarı!. Ortaköy Meydanı'nı Ayfer Başkanımla mezbeleden cennete çeviren adam.. (Şimdi gene mezbele, ne yazık..)
Üçüncüsü kendisi ve sanatı!..
Mimarlar Odası'nın girişine, tam da yerinde yani "Derin Deliler; Bir Kent Meselesi" adıyla bir sergi açmış.. Ben geri zekalı, tam da kapandığı gün gittim..
Bir heykel sergisi değil, bir yaşam felsefesi, bir "Kent Meselesi" yorumu yapmış, eserleriyle.. Keşke hepiniz görseydiniz, erken görüp yazsaydım da..
Her birinin önünde donup kalıyorsunuz.. İyimser değil, hatta umutsuz bir yorum yapmış Oylum, kentlerimiz ve insanlarımız için..
Kentlerimiz betonlaşıyor.. Biz yaşayanları mahalle yapan evler yok oluyor, yerini, yanındaki kapıdan kıtalar kadar uzak rezidanslar alıyor.. Şehirlerde yaşayan insanlar giderek yaşayan ölülere dönüyorlar. Zombileşiyor insanlar?.. Peki, mesela Atatürk'ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençler ne yapıyorlar?.. Onlardan da umut yok mu?.
O sorunun cevabı da, Oylum'un sergisinden çektiğim üçüncü resimde..
İşte "Geleceğimiz (!)" iki genç!.. Birinin elinde, Fener, Galatasaray, Beşiktaş'tan başka şey yazmayan spor (!) sayfaları.. Gerisi umurunda değil..
Ötekinin elinde esiri olduğu "Akıllı" telefonu.. Sorsan "400 bin takipçim var" der belki.. O zaman sen sor bakalım.. "Peki 4 tane dostun var mı" diye..
Apışır kalır..
Dün yazımı bitirdim, iniyorum.. Ara katlardan birinde durdu, üç genç kız bindi. Kim bilmem.. Kimlik taşımaktan utandıkları için (Damgalı eşeğe dönüyorlarmış, yani bana..) kim olduklarını bilmiyorum. Bizde mi çalışıyorlar, stajyer, ya da konuklar mı?. Canlı bomba da olabilirler..
Bilemem.. "Sabah Takımı" diye bir şey kalmadı ki yıllardır.. Bunlar nasılsa arkadaş kalmış, hallerinden belli.. Ve yemeğe gidiyorlar. İşe ara.. Üç arkadaş yemeğe.. Ne güzel değil mi?. Siz öyle sanın.. Ellerinde papuç kadar telefonlar, parmakları kaydır Allah kaydır.. Ne birbirleri ile alakaları var, ne asansördeki diğerlerine "Merhaba.. Günaydın" demek akıllarına geliyor. Akıllarında tek şey var çünkü.. Tweet mi, instagram mı, snapshot mı, periscop mu, her gün yenisi icat edilen sanal eroinlere hem de nasıl bağımlı olmuşlar..
İnsanı toplumdan koparan, anti sosyal yapan, yalnızlığa, Oylum'un lafı ile "Derin deliliğe" mahkum eden Akıllı telefona teslim etmişler ruhlarını.. Yaşamıyor, yaşadıklarını sanıyorlar..
Gerçek dünya orada, etraflarında.. Onlar "Sanal Yaşam"a gömülmüşler. balıklama..
Balıklı Rum, eroinmanı tedavi eder, bunları edemez..
"Ziyan Olan Hayatlar" bunlar..
Kemal'in oğlu, Ayşegül'ün babası yeğenim Önder'e bir mesaj attım..
"O çocuğun civarında bir daha Akıllı telefon görürsem, o eve adımımı atmam!."