Çok güzel kitabı Nataşa'nın Dansı'nda, Orlando Figes, kültürel tarihini anlatır Rusya'nın ama aynı zamanda Batı'yla bu ülke arasındaki zorlu, çelişkili, inişli çıkışlı ilişkiyi de dile getirir. Bu o kadar dertli bir tarihtir ki, Figes hızını alamayıp Devrimci Rusya 1891-1991 diye ikinci bir kitap yayınladı, kemal-i zevkle okuduk. Gene, 'eski dünya'nın bu iki kutbu arasındaki gel-gitleri hıfzettik.
Öteden beri bize çok benzeyen, Tanzimat'tan bu yana Batıyla yaşadığımız aşk ve nefret ilişkisinin bir başka çeşidi olan bu Rusya meselesi ilgimi çeker. Hemen hemen aynı tarihlerde başlayan Batılılaşma orada Hıristiyanlık üstünden bambaşka sonuçlar üretmiştir. Hatta kendi kendime düşünürken daha da ileri gidip İslamcılığın son kertesinin radikal de olsa gene İslamcılık olabileceğini ama Ortodoks Hıristiyanlığın son merhalesinin sosyalizm olduğunu, Rusya'nın da, hiç bilmeyerek, bu 'gerçeği' ayakları üstüne diktiğini bile düşünürüm.
Neticede Batı, din bakımından kendisinden saydığı ama bir türlü yeterince 'kapsayamadığı' Rusya'yı bildiğince 'Batılılaştırmak' için bu Üçüncü Roma'nın kapısına önce Napolyon'la sonra da Hitler'le dayandı. Batılı ama sosyalist, Batılı ama anti-demokratik Rusya ise 21. asra dek farklılığını korudu.
Bugün de yeni bir Çar olarak görülen Putin'le koruyor o farkı. Eski KGB görevlisi devlet başkanı bildiğini okuyor, Kırım ve Ukrayna üstünden Avrupa'yı, hatta Amerika'yı yüreği ağzında, eli böğründe dolaşmaya zorluyor.
Putin Hazretleri Türkiye'ye geldi, bize Avrupa gerekmiyor, enerji hattını Türkiye üstünden geçiririz olur biter dedi, bir de doğalgaz indirimi yaptı.
İlk bakışta heyecan verici bir açıklama. Ne var ki, ürpertici bir yanı var. Onu da Demirel öyküsü anlatarak dile getireyim.
1965-71 arasını kendi tabiriyle 'fevkalade' yönetti Demirel. Hâlâ övündüğü gibi ortalama olarak yılda % 7 ve üstünde büyüme sağladı, enflasyonu % 5'in altında tuttu. 60 darbesinin alt üst ettiği orta sağı etrafında toplamayı başardı. Kısacası iyi bir yönetim sergiledi. Ve aynı Demirel bu koşullara rağmen 1971'de 12 Mart muhtırasıyla devrildi, Türkiye istikrarsızlığa itildi.
Sonradan kendisi de, Can Yücel'in İnsan Sabrı Çatlatangil diye tesmiye ettiği, değişmez dışişleri bakanı Çağlayangil de açıklama yaptılar ve 'bizi ABD devirdi' dediler. Nedeni de Demirel'in bizim kuşağın adını ezbere bildiği üç tesisi (Seydişehir Alüminyum, İsdemir, Aliağa Petrol) Rusya'ya yaptırmasıymış. Gerçekten de Demirel o sıralar ABD'yle haşhaş yasağı gibi konularda zıtlaşıp, Rusya'ya dönmüş, Ankara'da Rus casuslar cirit atmaya başlamıştı.
Filmi geri saralım. Demirel, İnönü'yü devirip siyasal rüştünü kanıtladı. Ama yaşlı İnönü çevresi onu Demirel aracılığıyla ABD'nin devirdiğini yazdı, söyledi durdu. Nedeni, Kıbrıs olayları yüzünden Johnson'un yazdığı meşhur mektuba Paşa'nın 'yeni bir dünya kurulur Türkiye orada yerini alır' cevabını vermesiydi.
O İnönü de 60 darbesiyle Menderes'i devirmişti. Gene mazlum Menderes'in çevresi yıllar ve yıllarca DP iktidarını ABD'nin devirdiğini yazdı, çizdi. Nedeni, Menderes'in, tıpkı Demirel gibi, ABD ekseninden kendisini bağımsızlaştıracak bir sanayileşmede ısrarıydı.
ABD kendisini sıkıştırınca 'duvarın öte yanına geçeriz' demesiydi, Rusya'yla flört etmesiydi.
Bunlar 50 sonrası yakın tarihimizin bize anlattıkları. Bu tarih konusunda ben de öyle düşünüyorum. ABD, Rusya'ya her yaklaşan TC hükümetine ateş püskürmüştür, bilhassa Soğuk Savaş yıllarında. Yani, Rusya, Türkiye için bir ateş. Isınalım ama yanmayalım.
Bir, bunu hatırlatmış olayım. İkincisi, Putin'in Türkiye için tam bir macera olacak, Batı'yla ilişkimizi iyice çıkmaza sokacak ama iştah kabartan tekliflerine karşı hükümetin teenni içindeki yaklaşımından duyduğum memnuniyeti belirteyim. Aman mutlaka sevelim ama uzaktan...