Perşembe akşamüstü...
Kıyameti andıran dolunun hemen ardından mahsur kaldığım hipermarketten ayrılıp etrafı kolaçan etmek üzere arabaya atladım.
Birçok arabanın camı yumruk büyüklüğünde dolu tanelerinin darbesiyle aşağı inmişti. Bazı evlerin duvarları mitralyözle taranmış gibiydi.
Göksu caddesi çıldırmış bir dere gibi akıyordu.
Trafik kilitliydi.
Bir yandan radyoya kulak verirken bir yandan da kestirme yollar arıyordum ki...
Çok uzaklara düştüm.
Gittim, gittim...
Birden fark ettim ki, buraların en çukur yerlerinden birine doğru inmekteyim. Çavuşbaşı'yla Hekimbaşı arasında kalan derin vadiden söz ediyorum, bilen bilir.
İçimden "Eyvah" dedim, "şimdi bir gölün içinde yüzmeye başlar mıyız?"
Cahillik tabii...
Şehirli sersemliği...
Etraf orman oysa...
Daha önemlisi her taraf toprak...
Moda tabirlere kapılıp "yeşil, yeşil, yeşil" dedikçe...
O kahverengi cevherin; toprağın değerini unuttuk.
Toprağın olmadığı veya üzerinin kaplandığı süslü park yeşillikleri bu afet yağmurlarına çare olabilir mi?
Nitekim o derin vadiden geçen asfalt yolda giderken ciddiye alınacak tek bir su birikintisi göremedim. Ama tekrar anlı şanlı siteler civarına geçip yollara bakınca perişanlıktan başka bir şeye rastlamadım.
Şimdi daha açık yazayım...
Şehir dokusunda ve mimari planlamada yeşile ayrılan payı büyütmeye çalışmak elbette değerlidir.
Fakat esas olan toprağın payıdır.
Toprağın ve yıllar içinde kendine yol bulmuş derelerin, su birikme alanlarının payıdır.
Onları azaltıyor, yok sayıyor, her yanı betonla kaplayıp aralara yeşillikler serpiştiriyorsak...
Boğucu bir geometriyle süslediğimiz parkları "yeşilin payı" sayıyorsak...
Yanlıştayız.
Bu son felaketlerin ardından da bu hakikatle yüzleşmekten kaçınacaksak, ne zaman?