Şimdi 26 yaşında olan kızım üniversitede siyaset okumuştu, siyasetle ilgiliydi fakat bir hafta öncesine kadar, Hrant Dink'i anma yürüyüşleri hariç, hiçbir siyasi-toplumsal eyleme katılmamıştı.
Polisin, Gezi Parkı'nda nöbet tutan ve sayıları 20'yi geçmeyen eylemcilere karşı sabahın beşinde gerçekleştirdiği seferberliğin ardından bana telefon etti ve "Baba ben galiba bu akşam Taksim'e gideceğim" dedi.
Son haftalarda, Başbakan'ın "halkımı sevdiğim için yapıyorum" dediği yasaların, uygulamaların, bilhassa da bunları savunurken kullandığı buyurgan, nobran tavrın ve dilin onu "delirtmekte" olduğunun farkındaydım. Gezi Parkı hoyratlığı, birçok nesildaşı gibi onun için de "bardağı taşıran damla" olmuştu.
Bu neslin ayırıcı özelliği ne?
Taksim'e damgasını vuran gençleri kendilerinden önceki nesillerden (bizlerden) ayıran şey nedir? Bu sorunun üzerinde uzun uzun düşünmeliyiz.
Bu nesil, itaati ve "erk"e saygıyı esas alan ataerkil örüntülü aile geleneğinin içinde yetişmemiş ilk nesil...
Yetiştikleri ailelerin içinde daha çocuk yaşlarda onlara fikirleri soruldu, tercihleri dikkate alındı... 1990'lı yıllarda gazetecilerin defalarca işledikleri "çocukerkil aileler" haberleri, aile içinde söz sahibi olan çocukların -tabii ki bir abartı payıyla birlikte- aile içinde "erk"i ele geçirdiklerine dairdi...
Bizim kuşağın anneleri ve babaları, yıllarını kâh birbirlerini suçlayarak kâh birlikte vahlanarak, "bu çocuğu (çocukları) çok mu tepemize çıkardık acaba" tartışmalarıyla geçirdiler. Tabii, bizim kuşağın anne-babaları bir yandan da kendi anne-babaları tarafından "şımarık bir nesil yetiştirdikleri" için sürekli bir eleştiriye maruz kalıyordu. Eh, bir anlamda onların haklı çıktıklarını da söyleyebiliriz tabii!!!
Şimdi Taksim'de olan gençler, itiraz etmenin ya da tercih beyanının ayıp ya da "büyüklere saygısızlık" olduğunu hiç düşünmediler, çünkü öyle yetiştirilmemişlerdi.
Hakan Demir'in şu twit'i ne kadar çok şey söylüyor:
"Bir gazeteci Başbakan'a soru sordu diye insanlar sevinçten çıldırıyor ve siz bize hâlâ neden direniş başlattığımızı mı soruyorsunuz."
Kendilerine ait bir odaları vardı; bu mesela bizim neslimizin ancak çok küçük bir parçasına nasip olmuş bir şeydi. O odaya girer, bağımsızlıklarını ilan edebilirlerdi. Duvarlarını istedikleri afişlerle kaplayabilirlerdi.
Aile içinde karşılaştıkları baskı, annelerinin-babalarının çocukluklarında karşılaştıkları baskıyla kıyaslanmayacak kadar azdı. Bizler baskıyı içselleştirmiştik. Aile içinde "ata"nın, bizim "iyiliğimizi düşünerek" ve fakat bireyselliklerimizi yok sayarak kullandığı "erk"i makul ve normal bulduğumuz için "devlet ata"nın benzer erk kullanma pratiklerini de "devrimci" kimliğimize rağmen bir ölçüde normal ve makul karşılıyorduk.
"Şımarık" çocuklar neslinde AK Parti'nin "sorumluluğu"
Şehirleşme, modernleşme, zenginleşme ve dünyaya açılma, Türkiye'nin kendisini olduğu gibi ailesini de dönüştürdü. İşin ironisine bakın ki, bu sonuçta, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, statükocu Türkiye'yi dönüştürme yolunda attığı adımların belirleyici bir rolü oldu.
Şimdi Başbakan Erdoğan, yeni Türkiye'nin ailelerinde yetişmiş çocukların eski Türkiye'nin ailelerinde yetişmiş çocuklar gibi davranmalarını istiyor... İtaatkâr, büyüklerinin sözünden çıkmayan, büyüklerinin onların iyiliği için yapıp ettiklerini minnetle karşılayan bir nesil...
Tayyip Erdoğan'ın bir "diktatör" olduğu iddiası, benim için siyasi ajitasyondan başka bir anlam taşımaz... Fakat onun, otoriter yansımaları olan ataerkil bir zihniyete sahip olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.
Sinirlilik ve öfke yaratan uygulamalarını "halkımı sevdiğim için" diye savunurken son derece samimi olduğuna inanıyorum.
Fakat problem şurada ki, Türkiye'de artık kendi hayatlarının "iyi niyet"le de olsa devlet tarafından düzenlenmesine itiraz eden bir nesil var.
Ataerkil zihniyet sahibi, yönettiklerinin iyiliği için çırpınırken, karşılığında "şükran" duygusu bekler. Bu olmayınca, tam tersine itirazla karşılaşınca da çıldırır. Başbakan'ın böyle bir ruh halinde olduğu muhakkak.
Tabii bunun bir de inanç (din) boyutu var.
1994 Aralık ayında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'a televizyonda sorduğum bir soruya aldığım cevabı hiç unutmadım.
Erdoğan, belediyeye ait bir salonda resim sergisi açan bir ressamın verdiği kokteylde içki sunulmasına izin vermemiş, gerekçesini de "Ben bu şehrin imamıyım aynı zamanda, dolayısıyla İstanbul'da yaşayanların günahlarından da sorumluyum" diye açıklamıştı.
Bu kadar koyu bir ataerkil koruma duygusunun otoriter sonuçlar üretmemesi mümkün değil.
Fakat bir haftadır yaşadıklarımız gösterdi ki, artık bu duyguyla bu ülkeyi yönetmenin imkânı yok.
Tayyip Erdoğan ya bu duygusuyla mücadele edip onu yenecek ya da yenemese bile duygusunu siyasete karıştırmamayı öğrenecek...
Ya da Türkiye bundan böyle bir "kültürler savaşı" ülkesi haline gelecek.
(T24, 5 Haziran 2013).