| |
Kararsızlık da özünde bir karar olabilir mi?
Aziz Nesin'in bir öyküsünde, ilkokul öğrencilerine Türkiye'ye yeni gelen çoğulcu demokrasinin ne olduğunu anlatmaya çalışan öğretmenin çabaları anlatılır. Öğretmen çok sesli demokrasinin ne olduğunu anlatmak için sınıfta "Pencereyi açalım mı-kapatalım mı" konulu bir tartışma başlatır. Sonunda öğrenciler pencere yüzünden ikiye ayrılıp, boğaz boğaza gelir. Aslında bu tür deneyimleri çoğumuz okul "Münazara" larında yaşamışızdır. "Sanat sanat için mi - sanat toplum için mi" ya da "Savaş uygarlığı geliştirir - Savaş uygarlığı geriletir" benzeri konularda, ağzı laf yapan öğrenciler, gereğinde demagoji de yaparak, pek benimsemedikleri ve ayrıca özümsemedikleri tezleri savunmazlar mı? Mümkün olsaydı da, gerçek hayat, bir okulun münazara toplantılarındaki kadar sorumsuzluklar içerseydi... Mümkün olsaydı da, siyasette kazananlar, bir okul münazara ekibinden öteye sorumluluk taşımasalardı.
KARARLAR Çok uzun yıllardır siyasi yorumculuk yapan bir gazeteci olarak, geçmiş dönemde nice dönüm noktasında ve önemli olayda tavır koyup, bazı konulara "Evet" bazılarına "Hayır" dedim. Bunların hangilerinde haklı çıktığımı bilemiyorum. Ama yanıldığım ve ileriyi görmeden karara varıp, yanlış tavır belirlediğimi de sonradan çok gördüm. Örneğin ilk bakışta, Kore Savaşı'nda Türkiye'nin ABD'nin yanında yer alıp, BM Gücü'ne asker vermesini yanlış görüyordum. Ama aradan yıllar geçince ve Kuzey Kore'deki sefil yönetimin halkını ne hale getirdiğini ve Güney Kore'nin ulaştığı refah ve demokrasi düzeyini görünce, "Meğer Kore'ye asker göndermek doğru kararmış" diyorum. Vietnam Savaşı'nda, doğal olarak ABD'yi tecavüzcü görüyordum ve Vietkong ile Kuzey Vietnam savaşı kazanınca bayram etmiştim. Ama daha sonra Çin Hindi Yarımadası'nda Kızıl Khmer'lerin milyonlarca insanı nasıl katlettiklerini ve Vietnam'da "Birleşme"den sonra yapılan "Temizlik"leri izleyince, bir ülkenin yerel yönetimlerinin de en az tecavüzcü ABD kadar o ülke insanlarına zarar vereceğini anladım. "Kıbrıs Serüvenimiz"in çeşitli aşamalarında hep kararlar verip, tavır almam gerekti. 1965'te Johnson Mektubu ertesinde İsmet İnönü ABD'ye rest çekip, "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünya içinde yer alır" dediğinde O'nu desteklemiştim. Ama geçen yıllar boyunca Türkiye'nin etki alanının Kıbrıs yüzünden yeni bir dünya kuracak çapta olmadığını gördüm. 1974'te Kıbrıs'taki Rum darbesini sona erdirmek için askeri harekat yapılırken, bunun kalıcı bir uluslar rası çözüme bağlanmamasının, Türkiye'yi ne tür problemlerle karşılaştıracağını hissettim.
ZAFERİN SONUÇLARI "Kıbrıs Zaferi" ertesinde, Türkiye'ye uygulanan ABD ambargosunu, patlayan anarşi ve terör ortamını, ekonomik krizi, dışarıda diplomatlarımızı hedef alan ASALA terörünü, 12 Eylül askeri müdahalesini, Papa'ya Ağca suikastını, bunu izleyen PKK terörünü falan sıralayınca, bir konunun "Milli Dava" olmasının, o konuyu ulusal çıkarlar çerçevesinde çözmeye yetmediğini görebiliyorum. Demek istediğim şu. İç politikayı da, dış siyaseti de, ekonomiyi de, okul münazaralarındaki gibi "Pencereyi açalım mı - Kapatalım mı" tartışmaları içeriğinde ele almak, sadece çocukça bir cahilliktir. Ayrıca herhangi bir konuda farklı görüş açıklamakla "Vatana ihanet"in hiçbir bağlantısı olamaz. "Lübnan'a asker göndermeyelim" demek de, bir görüştür. Bütün mesele, görüşlerini açıklayanların, sadece pencerenin açık veya kapalı olmasını savunmaktan öteye bir sorumluluk taşımalarına bağlıdır. Türkiye son yarım yüzyılda dört kez askeri müdahaleye sahne olduysa, ekonomi hala tüm müttefiklerinin gerisindeyse, Yunanistan ve hatta Kıbrıs Rumları bile AB'ye girdiği halde biz hala aday ülkeysek, Güneydoğu ve Kıbrıs hala birer "Sorun"sa, eğitim hala reform bekliyorsa ve siyasetin ana ayıracı başörtüsü ve haşema ise, Cumhuriyet'in ilanından 80 yıl sonra bile hep "Rejim tehlikede" diyorsak, verilen kararlar arasında yanlış olanlar herhalde doğrulardan daha çoktur.
|