 |  |
"Bakalım ne olacak" diye kriz beklemek alışkanlığı...
Ahmet Necdet Sezer'den sonra kimin Türkiye'nin Cumhurbaşkanı olacağına ilişkin tartışmalar hem yüzeyde, hem de derinde, gerginlikler yaratarak aylardır sürüyor. Bu tartışmalardaki çarpıklık, "Nasıl bir cumhurbaşkanı aranıyor" sorusuna cevap aramak yerine, "Ya AK Partili bir isim cumhurbaşkanı olursa" ihtimaline takılmaktan kaynaklanmakta. AK Parti'nin "Gizli gündemi" bulunduğu varsayımına dayalı iddialar sonucu belirli bir kesim Çankaya'yı demokrasiye karşı "Laikliğin son kalesi" biçiminde gördükleri için, tartışmaları bir "Rejim krizi" ne sürüklemeye kadar götürebilir. Daha önce de defalarca tanık olunduğu gibi, "Cumhuriyet" ile "Demokrasi" bu krizde karşı karşıya getirilebilir. Böyle bir tablonun ekonomiye, siyasi istikrara ve toplumsal güven ortamına ne tür zararlar vereceği ise apaçık ortada. Gelişmiş toplumlar ve bilinçli siyasetçiler, göz göre göre gelen krizler karşısında "Bakalım neler olacak" diye kaderci bir bekleyişe geçmezler. Krizi yok edecek adımları hemen atarlar. Ne yazık ki şu anda krizin tarafları böyle davranmıyor. İlgili ve yetkili herkes, krizin altındaki ateşi üfleyerek dönüşü olmayan noktaya el ele ilerlemeyi tercih ediyor. Bu konuda şimdiki Cumhurbaşkanı Sezer'e en büyük sorumluluk payının düştüğünü söyleyebiliriz.
SEZER'İN SORUMLULUĞU Sayın Sezer'in, iktidardaki AK Parti'den hoşnut olmadığı, tüm davranışları, kararları ve söylemleri ile bilinmekte. Hatta bazılarına göre Sezer, ülkenin en etkili muhalefet odağı konumunda. Ancak bir de "Cumhurbaşkanı" olarak Sezer'e düşen anayasal ve geleneksel sorumluluklar bulunduğu gerçeği var ortada. Devletin organlarının uyumlu çalışması, demokratik ve laik rejimin sağlığının korunması, toplumsal güven ve huzur ortamının gözetilmesi gibi konular, bu çizgide hatırlanabilir. Sayın Sezer'in kişisel siyasal eğilimi ile taşıdığı sorumluluk arasında denge kurması zor olsa da, kaçınılmaz bir gerektir. Devlet deneyimi ve tarafsızlığı kanıtlanmış isimler de bu konuda sık sık uyarılar seslendirmekte. Son olarak dün eski Dışişleri Bakanı ve emekli büyükelçi İlter Türkmen, Hürriyet'te şunları yazmıştı: -Bugün Türkiye'yi içine düştüğü kısırdöngüden kurtarmak için Cumhurbaşkanı'nın Anayasal yetkilerini ve halk nezdinde kazandığı moral otoriteyi kullanması zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanı kamuoyuna medya yoluyla veya daha iyisi ülkenin çeşitli bölgelerini ziyaret ederek sakinleştirici ve birleştirici mesajlar verebilir. Bakanlar Kurulu'nu özel bir toplantıya çağırarak kaygılarını dile getirebilir ve telkinlerde bulunabilir. Kurumların başındakileri ve hükümeti Çankaya'da özel sohbetlere davet ederek havayı yumuşatabilir. Cumhurbaşkanı, kendisiyle aynı fikirde olsun veya olmasın, herkesin Cumhurbaşkanı'dır. Bu imajı kuvvetlendirerek kritik anlarda ülkedeki politik ve toplumsal gerginliklere son vermeye çalışmalıdır. Göz göre göre gelen krizi yok etmek konusunda AK Parti iktidarının üzerine düşeni yaptığını da söylememiz ne yazık ki mümkün değil. Demokrasinin sağlığının sadece bir "Sayısal çoğunluk" hesabı üzerinden sürdürülemeyeceği gerçeğini, Başbakan Erdoğan'ın söylemlerinde bulmak pek mümkün değil. Erdoğan da her konuşmasında gerginliği tırmandırmayı seçen bir görünüm vermekte.
AK PARTİ'NİN SORUMLULUĞU AK Parti iktidarı açısından daha dramatik ve daha paradoksal olan bir durum ise, kendilerini "Gizli gündem" e sahip olmakla suçlayan kesimlerin çeşitli konulardaki politikaları, AK Parti tarafından da benimsenmiş durumda. Bunu "Şemdinli İddianamesi Krizi" nde de gördük, Avrupa Birliği müzakereleri yolundaki mayın olduğu bilinen Kıbrıs'a ilişkin Gümrük Birliği Protokolü'ne dayalı tutumda da görüyoruz. İktidar bu konuda adım atıp, Gümrük Birliği'nin tüm AB üyelerine uygulanması gereğini, KKTC'ye uygulanan ambargodan ayırmak cesaretini gösteremiyor. Bu konuda Zaman'dan Ali Çimen'e röportaj veren Almanya Bilim ve Politika Vakfı AB Genişleme Perspektifi Araştırma Grubu Başkanı ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Heinz Kramer'in söylediklerini yine hatırlatalım: -2006'nın ikinci yarısında Türkiye'nin Gümrük Birliği'nin genişletilmesiyle ilgili ek protokolü yerine getirmemesine dönük AB tepkisi olarak, müzakerelerin durdurulması ile karşı karşıya kalabiliriz. Bu, geçici bir duraklama mı olur, şimdiden bilinemez. Yine de, her şeye rağmen, AB üyelerinin büyük bir çoğunluğunun Türkiye ile iyi ve işleyen ilişkilerin sürdürülmesine taraftar olduğunu göz önünde bulundurursak, üyelik müzakerelerinin askıya alınması ya da kopmasının yaratacağı uluslararası etkiler, daha çok Türkiye'nin böylesi bir gelişmeye vereceği tepkiye bağlı. Sonuç olarak, demokrasinin akıllı, bilinçli, cesur, vizyon sahibi ve sorumlu insanların, gelecek seçimler kadar gelecek kuşakları da düşündüğü ölçüde sağlıklı gelişeceğini bilmeliyiz.
|