Konsantrasyon
Başbakan Tayyip Erdoğan'ı burada, Ankara'da görmek istiyoruz. Neden derseniz, Başbakan olmadığı zaman Ankara ya rehavet, ya da panik duygusuna kapılıyor. Bürokrasi yavaşlıyor; gündemsizlikten medyanın canı sıkılıyor; devletteki konsantrasyon azalıyor. Zaman zaman "türban tartışması" gibi hükümetin gündeminde bile olmayan konular, aniden alevlenip gaipten gelen bir kriz olarak memleketin gündemine oturuyor. (Dün konuştuğumuz tüm AKP'li yetkililer, bu konuda herhangi bir hazırlık ya da araştırma olmadığı söyleyerek "Türban tartışması bizim için de sürpriz" dedi.) Her şey bir yana, yılbaşı, bayram, İstanbul karı, CHP kurultayı ve yurtdışı gezileri derken, son haftalarda Ankara'da belli bir durgunluk hissediliyor. Son iki yıldır görmeye alıştığımız ve 17 Aralık öncesinde iyice hissedilir hale gelen "hedefe kilitlenme" hali, yerini daha "dağınık" bir gündeme bıraktı. Ortadoğu'da arabuluculuk çabaları, Avrasya açılımı, Güney Asya gezisi ve ardından bu ay sonu gelecek olan "Afrika Yılı" inisiyatifi, bu iddialı gündemin önemli parçaları. Kuşkusuz hepsi, kendi içinde ele alınması gereken, Türkiye'nin uluslararası saygınlığını artıran konular. Ama Ankara, bu "dış halka" ve uzak coğrafyalarla temasını artırırken, yakında müzakerelerin başlayacağı Avrupa Birliği ya da dibindeki Irak'ta seçim sonrası oluşan yeni dinamiklere aynı konsantrasyonla eğilebilecek mi?
 Ankara'yı bu yeni ufuklara iten, Başbakan'ın dış politika danışmanlarından Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında da anlattığı "tek eksenli" dış politika yerine (örneğin yalnız NATO, İsrail veya Avrupa ile ittifak) "çok eksenli" dış politika arayışı. Bu teze göre Türkiye'nin ABD ve AB ile olan ittifaklarına eşdeğer yeni açılımları olmalı; Çin, Uzakdoğu ve Rusya'nın yükselen enerjisi, yeni ittifaklarla yakalanmalı. Bu yüzden yetkililerden Türkiye'nin Arap Birliği'ne ya da Uzakdoğu ülkeleri birliği ASEAN'a "gözlemci" statüsüyle üye olmak istediğini, Başbakan Erdoğan'ın Vladimir Putin'e dediği gibi "Şanghay Beşlisi" ile ilgilendiğini öğreniyoruz. ız AKP hükümeti değil, devlerin birçok kademesinde ilgi gören bu "çok eksenli politika" kavramına kimsenin itirazı yok. Her ülkenin alternatif açılımları olması lazım. Geçenlerde Türkiye'nin Şanghay Beşlisi'ne üyelik talebini sorduğumda, Ahmet Davutoğlu meseleyi nereye getirmeye çalıştığımı hemen anlayarak, her zamanki nazik üslubuyla "Aslı Hanım, neden biz yeni bir ittifaktan söz ederken herkes bunu 'Eyvah AB'ye alternatif mi arıyorsunuz?' noktasına getiriyor" dedi. Ahmet Bey bu konuda haklı. Ama mesele, Kıbrıs ve AB ile müzakere sürecinde kritik konuların bizi beklediği bir noktada, dış politikada insan gücü ve ekspertizi kısıtlı olan Türkiye'nin, farklı açılımlar peşinde koşma lüksü olup olmadığı. Ben şahsen dün yabancı televizyonlarda Mısır'ın Şarm el-Şeyh kentinde Filistin lideri Mahmut Abbas ve Ariel Şaron'u bir araya getiren zirvede, Ürdün ve Mısır yanında, bir ay önce arabuluculuğa soyunan Türkiye'yi de görmek isterdim. Hükümetin kendi inisiyatifiyle başlattığı Ortadoğu arabuluculuğuna daha sıkı sarılması, o masada olması lazım değil miydi? Aynı şekilde Irak'ta seçim sonrası yeni bir hükümet şekilleniyor. Ankara, Barzani ve Talabani ile söz düellosunun ötesinde, tüm konsantrasyonuyla yeni Irak dinamiklerinde etkin olmayı hedeflemeli, "Kuzey Irak ötesi" Bağdat'taki yeni aktörleri yanına almaya çalışmalı. Bir de tabii AB ile müzakere süreci var. 3 Ekim çok da uzak değil. Öncesinde çok iş var. Peki başmüzakereci ne zaman atanacak?
|