 |  |
  |
|
"Sabit pozisyon"lar sadece bela getirir...
Devletlerin de, şirketlerin de, bireylerin de yaşamaları ve gelişebilmeleri, değişen koşullara uyumlu olabilmeleri ile mümkündür. Türkiye'nin iç ve dış politikasındaki "Uyum Sorunu" bu açıdan hayati önem taşıyor. Kendi düzenlerini dünya düzeni şeklinde zorlamaya çalışan süper devletler bile, evrensel koşullara ve değişime uyum göstermedikleri zaman büyük problemlerle ve hatta çöküntü ile karşı karşıya kalıyorlar. Buna son örnek Sovyet İmparatorluğu'nun dış dünyadaki gelişmeleri yok sayıp, kendi etki alanında totaliter rejimi zorlarken, bir savaş bile olmadan çöküp dağılmasıdır. Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi halkına "Hukukun Üstünlüğü" ilkesini bir hayat tarzı olarak sunarken, dünyaya "Kuvvetin Üstünlüğü"nü kabul ettirmeye çalışması da, "Pax Americana"nın en büyük zaafı değil mi? Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlet ama bir süper devlet değil. Ama nedense, global gelişmeleri dikkatle izleyip onlara uyumlu yeni politikalar üretmek yerine, "Sabit Pozisyon"lar ve hatta "Kırmızı Çizgiler" belirlemek bize daha uygun geliyor. Bu durumu deneyimli ve bilge bir diplomatımızla konuşurken o, "Belki de emperyal bir alışkanlıktan kaynaklanıyor bu durum" dedi. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu'nun Orta Avrupa ve Ortadoğu'da sınırları belirlediği, kralları, emirleri atadığı dönemde, Babı Ali'nin iradesi, bu bölgelerin de hukuku anlamına gelmiyor muydu? Ama Türkiye Cumhuriyeti'nin doğum belgesi olan Lozan Antlaşması, "Tartışılmaz" Misakı Milli'nin dış dünyaya kabul ettirilmesi ile şekillendirilmedi. Bu konuda katı davranılsaydı, sade Yunanistan'la değil İngiltere ve Fransa ile de savaşa devam edilmesi gerekeceği, Lozan'ın tartışıldığı TBMM oturumlarında çok açık seslendirilmiştir. Güneydoğu sınırımızın belirlenmesi, üye olmadığımız Milletler Cemiyeti'nin kararına bırakılmış, Kerkük bu şekilde elimizden çıkmıştır. Bu gerçekçi ve esnek politika, 2'nci Dünya Savaşı'nda da sürdürüldü. İngiltere ve Fransa ile antlaşmalarımız olmasına rağmen, Hitler Almanyası ile de antlaşma imzaladık ve Dünya Savaşı'nı iki tarafla da uzlaşarak geçirdik. Soğuk Savaş'taki Amerikan ittifakı üyeliğinde, dönemin kendine özgü koşulları vardı. İçeride statüko en katı biçimde korundu. Sovyet Bloku'na karşı en katı antikomünist politikalar izlendi. Buna karşı Amerika'ya her konuda uyumlu olundu. Üzerinde kitaplar yazılan yoğun ve karmaşık gelişmelerle dolu dönemler bunlar. Bugüne gelirsek.. Kırmızı çizgilerimizin, her alanda birer birer nasıl morardığına sık sık tanık oluyoruz. Ama yine de uyum sorunumuz, aynı sıklıkta hem bizi zor durumda bırakıyor, hem de kamuoyunun kafası karmakarışık oluyor. Örneğin hem AB ile müzakereye oturup, hem de Kıbrıs'ı tanımamak mümkün müdür? 1999'da Helsinki Zirvesi'nde üyeliğe adaylığımız kabul edilir ve nihai belgeye biz de imza atarken, "Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in Kıbrıs'ın üyeliği konusundaki kararı, bir ön şart olmaksızın verilecektir" ifadesi görülmemiş midir? Yani artık "Bizim pozisyonumuz bu" demek dönemi bitmek zorunda.. AB ile tam uyumu hedefleyen süreçte, artık tüm pozisyonlar ve politikalar yeniden şekillenecek. Neticede AB üyesi ülkelerden bazıları ile savaşmak için müzakere sürdüremeyiz . "Biz böyleyiz, onlar bize uysun" söylemi, artık süper devletler için bile imkânsız hale geliyor.
|