Maç öncesinde hesaplar-kitaplar arasında ne öngörülmüş ise, 90 dakika boyunca benzerini yaşadık. Galibiyete ihtiyacı olan Galatasaray riski alacak, seyircisi önünde baskılı oynamak isteyecekti. Öyle de oldu. Kazandığı tüm önemli maçları mücadelesini ön plana alarak başaran Fenerbahçe, yine aynı oyun karakterini sergiledi. Sahasını kapatacaktı, rakibin etkili oyuncularına baskı yapacaktı ve gol için de fırsat anını bekleyecekti. Öyle de oldu.
Lens üstünden hücum eden bir takım olarak, Hollandalısına üçlü kademe geldiğini görmek Advocaat için şaşırtıcı olmamalıydı. Carole'un yanına Bruma destek attı, Tolga Ciğerci de hemen arkalarındaydı. Şener seyirci baskısında sadece görevini; Bruma'yı kontrolü görev edinmişti kendisine. Hareket alanı bulamadıkça, Lens de oyundan vazgeçti.
Topu öne taşıyacak Alper ile, üçüncü bölgede kendine fırsat yaracak Van Persie dışında tabelayı değiştirme umudu kalmamıştı Fenerbahçe'nin. Dakikalar ilerledikçe oyunu yönetme şansları da olmadığını anladıklarında, "Şampiyonlar Ligi için üç puan" demek yerine, "Üçüncülükte kalmak için bir puan yeter" planına geçtiler. Bu karara varmak veya bu durumu kabullenmek, aslında zirveye neden oynayamadıklarının da kanıtıydı. Bu orta saha kalitesiyle ancak mücadele edebilirlerdi. Oyun kurmak veya forvetlere kaliteli pas üretmek mümkün değil. Dolayısı ile Advocaat'ın sert eleştirilerini "gerçekçi" değil de, "bahane" olarak yorumlamak, yanlışlardan bir tanesi olur.
Maçın hikayesine baktığımızda, Fenerbahçe'nin kazandığını yazmak açıklanacak gibi değil. Rahmetli büyüğümüz İslam Çupi olsaydı, kaleminin ucunda dans ettirdiği kelimeler ile ezeli rekabetin "makus talihini" tarihe geçecek cümleler ile anlatırdı.
Korner bile atmadan derbi kazanmak. Beş yıl sonra Seyrantepe'den gelen haberlere; "Fenerbahçe yendi" noktasını koymak. Çok daha iyi kadrolar ve oyunlarla olmayanı başarmanın teknik açıklaması yok. Ama kestiği racon bellidir: Bu mahallenin ağabeyi Fenerbahçe'dir...