13 Şubat 2016
Şiir bugün nerede duruyor, hayatımızda nasıl bir yer tutuyor sorusu artık yakıcı bir soru. Belki her çağda soruldu, her bir sonraki kuşak şiir yazdıkça bir önceki kuşak bu soruyu sordu denecektir ama pek öyle değil. Orhan Veli Garip şiirini yazdığı vakit, şiir konusu gazetelerin birinci sayfalarında, köşe yazılarında tartışılıyordu. Tanpınar gibi bir şair bile, ama oyun ama eğlence, Orhan Veli gibi şiir yazma denemeleri yapıyordu. Demek ki, şiirin değişimi onun önemini daha da artırıyordu.
Bugünse şiir hayatımızdan çekiliyor. Dünya kadar nedeni var bunun. Her şeyden önce, gelin itiraf edelim, hikaye anlatan, o hikayeyi de geleneksel şiirin modern kalıplarına döken bir şiir artık yazılmıyor. En belirleyici aşamanın bu olduğu kanısındayım: şiirin ifade imkanları git gide daha fazla deneyselliğe kayıyor. Bir çağı, bir zihniyeti, bir duyguyu, duyumu belirleyecek 'özlü söz' anlamında şiir de yazılmıyor. Yazılıyorsa da söyleniş tarzı hayli farklı. Şiirin gelenekle olan ilişkisi sanıldığından daha güçlü. Bizim popüler ve geleneksel şiirimiz de, kim ne derse desin Yahya Kemal-A. M. Dıranas- Tanpınar-Tarancı geleneğine oturmuş durumda. Nazım Hikmet çizgisi onu yeniledi. Ama Nazım Hikmet de bugün Makinalaşmak şiiriyle değil, aşk şiirleri ve kuvvetli mısralarıyla anılıyor. Attila İlhan bu modern-geleneksel çizgisindeki son isimdi.
Bu şiir 2010'dan sonra hayli değişti. Çağdaş teknoloji şiiri kırdı. Bambaşka bir söyleyiş geliştirdi. O yaklaşımı izlemeye çalışıyorum. İtiraf edeyim ki, beni diğer yaklaşımlardan daha fazla ilgilendiriyor. Bir Robert Frost şiiri de okuyabilirim, o duygu yoğunluğuna da ihtiyacım olabilir ama şimdi elimde duran Efe Murad şiiri örneğin daha çekici. Daha yenilikçi. Daha deneysel.
Efe Murad genç ve dikkate değer bir isim. Princeton'da okuduktan sonra şimdi Harvard'da tarih doktorası yapıyor. Bunlar da dikkate değer özellikler. Ama şiiri başlı başına önemli. Yer yer daha 'anlamlılaşsa' da ben ondaki sert, alaycı, uzlaşmaz bakış açısını, ile getirirken kalıpları kırışını seviyorum. Bazen o da kendi dinamiğini terk ediyor ama olsun. Gene de dışarıdan ve yukarıdan bakan bir hali var. Bana Küçük İskender'in gençliğini anımsatıyor, Ginsberg'i çağrıştırıyor. Kitabın sonundaki şiir notları ise Attila İhan'ın hikmeti. Şiirinin reye varacağını merak ediyorum. Umarım daha da uzaklaşır 'şiirsel'den. Ben Mecidiyeköy şiirinden yanayım. Öyle veya böyle, şiir, iyi ki var!
20 Şubat 2016
Çehov Makinesi
Müge Gürman aradı. Tiyatro yönetmeni.
Bizim okulda hoca ayrıca. Çehov Makinesi adlı, yönettiği oyuna davet etti. Bu akşam gittim, çok sevdiğim Üsküdar Tekel Sahnesi'nde gördüm.
Çok uzun bir oyun. Fakat mükemmel.
O kadar etkileyici. Matei Vişniec'in oyunu. Gürman çevirmiş ve yönetmiş.
Vişniec, daha önce de bir yapıtı, gene Gürman'ın sahnelemesiyle Türkiye'de oynanmış bir yazar. Romanyalı. Komünist dönemde yapıtları sansürlenmiş, Fransa'ya gidip yerleşmiş ve Fransızca yazmaya başlamış.
Oyun, aslında hayli basit bir mevzua sahip. Çehov son demlerindedir, veremden ölmektedir. Yazdığı öykülerin, oyunların karakterleri teker teker gelirler, yazarlarıyla hesaplaşırlar. Yazarları da onlar üstünde, doğal olarak, yaşamını gözden geçirir. Elbette hüzünlü, heyecanlı bir yanı var bu karşılaşmaların, tüm yaşam muhasebelerinde olduğu gibi.
Mesele o değil. Mesele, böyle bir oyunun nasıl sahneleneceği, bu kadar çok ve farklı karakterin sahnede nasıl tipleneceği, birbiriyle ilişkileneceği. Bu yönden bakınca müthiş bir oyun Çehov Makinesi. Kuşkusuz bir hayal dünyasından söz ediyoruz. Sahnede hayal içinde hayaller canlanıyor. Böyle, bir şey yani bir yazarın karakterleriyle hesaplaşması hayalidir, gerçek olamaz. Ama karakterler de son kertede birer hayal.
Gürman bu ilişkiyi mükemmel çözmüş. Tam da bu sınır şartını kullanarak, sonuna kadar götürerek absürd tiyatronun, grotesk tiyatronun olanaklarını sonuna kadar kullanmış. Sadece bu yaklaşım ve yöntem yetmiyor. Bunu destekleyecek bir kostüm, oyuncu yönetimi ve sahne kullanımı gerekiyor ki, üçünü de hayranlıkla izledim. Beklenip gelmeyen ahbaplar ve anlar, tasarlanıp çıkılmayan yolculuklar, kurgulanıp yaşanmayan düşler absürdün sınırlarını zorlarken, 'yaşananlar' ister istemez groteskle bütünleşmiş. Sahnede kuklalaşmış tiplerle, Ortaçağ'ı anımsatan kostümlerle, eski Rusya'nın dekadansını gösteren bütün tipik kimlikler: askerler, bakıcı kadınlar, doktorlar, köylüler, burjuvalar, aristokratlar. Hepsini sarıp sarmalayan bir sahneleme. Çehov'un onca hayal/gerçek arasında son anına yürüyüşü. O arada kendi yazarlığına dönük ipuçları ve yazarlık öğütleri. Nihayet Almanya'da ölüp, naaşı istiridye nakleden bir trenle Rusya'ya gönderilen Çehov! Büyük Çehov!
Bu kadar iyi yönetilmiş, bu kadar iyi oynanmış oyunculuk da son zamanlarda az gördüm.
Çehov'u sevmeyen olur mu, var mıdır, bilemem. Her zaman çok sevdim.
Bir yandan, tipleri, bir yandan hüznü, bir yandan uzak mizahı. Yazının soğukluğundan ve mesafeliliğinden söz ediyor. Bu yaklaşımı kendimde de bir tutuma dönüştürdüm. Yazının daima uzak olması/kalması gerektiğini düşündüm.
Ama Çehov'un bütün bunları aşan bir duyarlılığı olduğuna da değinmek gerek.
Artık öyküleri pek okunmuyor. Ben hayranlıkla okudum daima. Küçük Köpekli Kadın'ın eşsiz bir öykü olduğuna inanırım. Dört oyunu ise insanın dönüp dönüp okumak istediği, hüzünlerle, kırgınlıklarla doludur. Uzaktan yıkılan bir dünya izlenir ve yaklaşan yeni dünyanın ayak sesleri işitilir.
Gürman bu bağlamı çok iyi yakalamış.
O zaman ortaya Çehov içinde Çehov/ lar çıkıyor.
Oyuna DOT'un son oyunu İki Kişilik Yaz'dan çıkıp gittim. Onu gündüz gördüm, bunu gece. Aslında yorgundum.
Ama o kadar etkileyici bir oyun ki, Çehov Makinesi, uzunluğuna rağmen zevkle, dikkatle izledim.
Çok uzun bir süredir oynuyor Çehov Makinesi. Yeni gördüm. İyi ki gördüm.
Şimdi bir kere daha tüm Çehov'ları okuyacağım.