'Bu yalnız ve güzel ülke'nin engin hoşgörüsü sayesinde senelerdir Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında yaşayan ve 2011'de vatandaşlık da alan zat, Halk TV adlı kanalda halkın aşağılandığı bir programda haykırıyor:
"AK Parti'ye oy veren insanları, hasbelkader okumuş bir insan veya beş sene uluslararası ilişkilerde doktora yapmış, tırnak içinde bir vatandaş olarak (Yeni aldığı vatandaşlığıyla övünüyor da!), bilimsel olarak inceleme ve araştırma hakkına sahibim. O adam niye gitti böyle bir partiye oy verdi. Gidip bu adamların beyninin içine gireceğim ve bakacağım, diyeceğim bu adamların beyninde sinirler farklı mı."
Ülkesini viraneye çevirmiş iç savaşın bir numaralı müsebbibi Esad rejiminin totaliter istihbarat teşkilatı işkenceci El Muhaberat'ın meşrebine uygun yöntemler bunlar. Ve Baas'ın 'mahalli' aydınının, Türkiye'nin onca yıllık 'hüsnü'niyet ve toleransına mukabelesi bu.
Ahmet Kaya'nın seslendirdiği "Beyninin içindekileri anlayabilmek" şeklindeki meşhur Yusuf Hayaloğlu dizesinde ifadesini bulan sert, ama doğal arayışla bile ilgisi olmayan, buram buram kibir kokan, kafatasçı sözlere sunucu da şöyle bir cevap verebiliyor:
"Böyle bir teknoloji yok." Teknoloji olsa tamamdır yani! Öbürü de "Bende var o teknoloji" diyor. Ne var sende. Martin Scorsese şaheseri Shutter Island (Zindan Adası)'da hastanede tatbik edilen lobotomi benzeri bir yöntemle 'zihin kontrolü' veya 'zihin dönüştürme' yapabilen bir teknoloji mi var!
Sen, Hüsnü Mahalli! Sen, yaklaşık 300 bin kişinin katili bir rejimin propaganda öznesi olduğun halde bu ülkenin büyük hoşgörüsü sayesinde burada yaşıyorsun. Bu ülke senin desteklediğin diktatörün, halkına açtığı savaş yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kalmış 3 milyona yakın insanı barındırıyor. Sen hangi hakla, bu ülkenin asli unsurlarının yüzde 50'sinin hastalıklı olduğunu ima edip onların beynini kesip biçmekten bahsedebiliyorsun. Uluslararası ilişkiler doktorası yapmış olmak mı sana bu hakkı veriyor. Bu tür yöntemler senin uzmanlık alanına girmeyen psikiyatride bile yok artık. Ziyadesiyle denendi ve terk edildi. Faşizm'in zirve yaptığı 1930'lı yıllarda denenmiş olmaları da boşuna değildi.
Hüsnü Mahalli'nin ruh haliyle akraba -Faşizm bir ideolojiden önce bir ruh halidir- Sözcü Gazetesi de seçim günü millete "Oy kullanmaya giderken beyninizi yanınıza almayı unutmayın" demişti. Basının özgür olmadığının dillendirildiği bir ülkeden ibretlik anekdotlar bunlar.
FETRET DEVRİ'NDE MUHALİF MEDYA
Bu hafta Üç Boyutlu Portre'de Hüsnü Mahalli'nin yaşam öyküsünü yazacak değiliz elbet, buna değmez. Mahalli örneğinden yola çıkarak 'periferiden merkeze' muhalif medyanın hal-i pürmelalini gözler önüne sermeye çalışacağız. MİT Yasası'nın geçtiği süreçte Türkiye'nin muhaberat devletine dönüşeceğini ileri süren muhalif medya… Kendisi muhaberat devletinden (Suriye'den) gelmiş olanların Türkiye'yi muhaberat devleti olarak görmesinde bir tuhaflık var ama ülkenin merkez medyasının bu havayı yayması da en az onun kadar tuhaf değil mi.
Merkezden periferiye demiştik. Halk TV'ye bakarak periferinin vaziyetini anlayabilirsiniz. Hüsnü Mahalli ve onun gibiler, mümkün olsa bu milletin yarısına şizofren muamelesi yapıp, lobotomiyle korteks dönüştürme işlemi yapacak. (Korteks hakkında detaylı bilgi için bkz: Sözcü manşetinin savunulduğu 3 Kasım 2015 tarihli Soner Yalçın yazısı!)
'Muhalif medyanın merkezi' Hürriyet ise 7 Haziran-1 Kasım arasındaki Fetret Devri'nde Paralel Devlet Yapılanması'nı ve dahi PKK'yı görmezden gelip, devletin zaaf ve kusurlarına odaklanan bir yayın çizgisindeydi. Demek ki Hürriyet de tıpkı Paralel gibi kendi kontrolünde olmayan devleti 'devlet'ten saymıyormuş! Öyle ya, 1990'larda bütün arızalarına rağmen devleti ayakta tutmak için olağanüstü çaba harcardı, ama hasta adam ayağa kalkıp yavaş yavaş yürümeye başlayınca tökezletmeye uğraşıyor.
Hürriyet'in seçim öncesi Paralel karnesine değinelim: Başta 3 Aralık 2014 tarihli 'VIP kulak' haberi olmak üzere sayıları bir düzineyi geçmeyecek Toygun Atilla haberi dışında Hürriyet, Paralel konusunu görmedi. Toygun arkadaşımdır, cemaat kumpasları konusunda da uzman, değerli bir gazetecidir. Eminim gazete yazı işleri daha fazla haber kullanacak olsa Toygun, talebin üzerinde bile arz sağlayabilirdi. (Perşembe günkü 'Maskeli 'vatansever' ihbarcı' manşeti de bunun son kanıtı.) Onun haberleri olmasa Hürriyet Paralel konusunda iyice paralize olmuş, bir başka deyişle haber felci geçirmişti.
HÜRRİYET'İN PKK HABERLERİ
Gelelim PKK meselesine… Hürriyet'in internet sitesi başta olmak üzere pek çok Doğan Grubu yayın mecrasında asıl faili, çok iyi tanıdığımız seri katili gizlemeye çalışan bir üslubun kullanıldığını hep beraber müşahede ettik. Öyle ki kimi haber başlıkları özneyi gizleyen edilgen fiillerle yüklemleniyordu! Mayının yanlışlıkla patlayıp çocuk öldürdüğünün yazılabildiğine bile şahit olduk. PKK saldırılarının sahte içki haberi kadar hassasiyet yaratmadığı dönemleri bile oldu Hürriyet'in.
Hürriyet, 1 Kasım'dan hemen sonra yayınlanan mektupta ise 'devlet içindeki her türlü illegal yapılanmayla hukuk içinde mücadele etmek ve terörü ortadan kaldırmak için atılacak her adımın yanında olmak'tan söz eder hale geldi. Yüzde 49,4 olmasa, Hürriyet'in tüzel kişiliği adına yazılmış gibi görünen ama esasında gazetenin patronu Aydın Doğan'ın mektuplarının bir devamı niteliğini taşıyan o mektup da olmazdı.
Aydın Doğan, gazete ve televizyonlarının yayın politikasını 1 Kasım seçim sonuçlarına göre belirli ölçüde değiştirecek, ancak ülkede bir otorite boşluğu, siyasi zaaf sezdiğinde kendisinin Altın Çağ'ı olan 1990'lara dönmek için şartları alttan alta zorlayacaktır. Gelgelelim dört yıllık güçlü hükümet devrinde bu zor görünüyor. Gerçi, şimdi AK Parti'nin başarısını kutlayan 'muhafazakâr medyanın Demirel'i Fehmi Koru'nun bile birkaç ay önce "Erdoğan Saray'ı boşaltmalı" mealinde yazılar yazdığı düşünüldüğünde Doğan'daki dönüşümü çok da yadırgamamalı. 1 Kasım sonuçlarının, Aydın Doğan şöyle dursun İran'dan Rusya'ya, Avrupa ülkelerinden ABD'ye kadar ufak bir siyasi belirsizlikte Türkiye'ye yüklenmeye çalışmış ülkelerin de kimi politikalarını değiştireceği aşikâr.
PARALEL'İN MUHTEMEL GELECEĞİ
Bu süreçte kullanışlı örgütlerden Paralel değilse bile PKK'nın dönüşüm geçirmesi (Türkiye'deki tüm silahlı unsurları Suriye'ye transfer etmek gibi) ihtimal dâhilindedir. Bu olana kadar Türkiye'nin terörle askeri, istihbari ve siyasi mücadelesi devam edecektir. Askeri güç kullanımı ile birlikte yürütülmesi kaydıyla son iki mücadele yöntemine geri dönüşsüz silah bırakma için müzakere de dahildir. Örgütün siyasi partisi HDP buna hazır görünüyor. Seçimlerden sonra bunun mesajını da dolaylı olarak verdi. Seçim öncesi sırtını Kandil'e yaslayan HDP, "PKK sizi tükürüğüyle boğar" hezeyanından "Başkanlığı da konuşabiliriz, Öcalan çözüm için devreye girsin" noktasına geldi. Boşuna dememişler zor, oyunu bozar diye. 'Zor' da şuydu: Bölge halkı üzerinde şiddetle hegemonya sağlamaya çalışan bir yapıya, daha yüksek cebir imkânlarına sahip bir gücün, devletin müdahalesi. Bu müdahale elbette meşrudur ve nihai sonuç alınana kadar devam etmelidir. Hele de Türkiye'nin, 30 yıldır terörle mücadelede buna benzer bir dönem yaşamadığını hesaba katarsak… Çözüm Süreci'yle devletin elinden geleni yapmış olmasının da avantajlarıyla koşullar, devlet açısından hiç olmadığı kadar uygundur.
Paralel'e gelince… Cemaatin bütün imkânlarını tamamen ele geçirmiş, bir tür gizli darbe yaparak cemaati yabancı istihbarat teşkilatlarının taşeronuna çevirmiş bu yapının geri adım atmak gibi bir niyeti yoktur, olmayacaktır. Çünkü bünyesel olarak, yani genetik faktörlere bağlı biçimde hastalıklı bir yapıdır Paralel Devlet Yapılanması. Cezalandırılmadan çok tedaviye ihtiyacı vardır. Yeri geldikçe yazdığım, söylediğim üzere Gülen'in şahsından başlayarak PDY yönetimi 'paranoid şizofreni' hastalığına tutulmuş haldedir. Gülen, henüz tam olarak hastalığının farkında değildir. Ama kendisini Mesih olarak görme noktasına kadar varan hezeyanları 17-25 Aralık'tan sonraki kararlı devlet mücadelesi ile büyük ölçüde geriletilmeye başlanmıştır. Ancak devletin teşhis, tedavi, cezalandırma gibi yöntemleri içeren PDY ile mücadele süreci iniş çıkışlarla seyreden zorlu bir süreçtir. Ve Gülen'den başlayarak PDY yönetimi hasta olduğunu kabul etmedikçe mücadele tam anlamıyla başarıya ulaşamaz. Eğer Gülen gerçeği kabullenirse cemaat yeniden Türkiye'ye kazandırılabilir. Çünkü Psikiyatride olduğu gibi örgütlerle mücadelede de temel paradoks, teşhisi doktorun (devlet) değil, hastanın (örgüt) koymak zorunda olmasıdır. Doktorun teşhisi, hasta kabullenmiyorsa işlevsizdir.