17 Haziran 2017, Cumartesi... Huber Köşkü'nde iftar... Davet sahibi: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan... Katılanlar: Medya patronları, yöneticileri, yazarları ve televizyon programcıları...
İftardan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan kısa bir konuşma yapıyor. Şu üç kavramı vurgulayarak başlıyor konuşmasına: 'Tarafsızlık', 'hakkaniyet', 'mesleğin temel ilkelerine riayet.'
Şöyle devam ediyor:
"Hakikatin en yalın haliyle okuyucuya ve izleyiciye aktarılması, bu mesleğin olmazsa olmazıdır."
Konuşan bir medya ombudsmanı olsaydı, o da böyle söylerdi.
"Tahrif edilen hakikat, hakikat olmaktan çıkar. Yanlı, tek taraflı, hatta kasıtlı bir haber, gerçek anlamda bir haber değildir."
Geçmişte yerel, ulusal ve uluslararası basında karalama amacıyla yapılmış sahte haberlere atıfla söylenmiş olsa da her zaman geçerli bir ilke bu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan medyanın dezenformasyon ve propaganda aracı haline gelmesinin sakıncalarına işaret ettikten sonra ise şu cümleyi söylüyor:
"Medya dünyasının köşe başlarında bulunanlar, ellerindeki bütün gücü milletin sesini duyurmak için değil, demokrasinin gelişmesi için değil, özellikle kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak ve sürdürmek amacıyla kullandılar."
"Medya, halk adına kamuoyu oluşturan bir kuvvet olmaktan ziyade kendisini siyasetin yargının, yasamanın, yürütmenin yerine koyan bir konumda olmuştur."
Hep yakındığımız bir soruna en yalın haliyle dikkat çekiyor Cumhurbaşkanı.
Sanırım bu tespitlere katılmayacak olan yoktur.
Kamu yararı
Cumhurbaşkanı Erdoğan 'Medyanın darbe dönemlerinde takındığı anti-demokratik tavra' dikkat çekiyor.
'Hapisteki gazeteciler' ve 'terör-medya ilişkisi' hakkında bilgi veriyor, görüşlerini açıklıyor.
Hukuka bağlılık ve özgürlük hakkında konuşuyor. Konuşma televizyonda yayımlanıyor, internet siteleri bu konular hakkında söylediklerini başlığa taşıyor.
Bir mesele daha var ki, önemli. Söz yeniden 'medya ahlakı'na geliyor:
"Şahsımla ya da hükümetimizle aynı şeyleri konuşmak, düşünmek zorunda değilsiniz."
Evet, böyle diyor ve ekliyor:
"Ama bir şeyi özellikle rica ediyorum. O da şudur: Yerli ve milli olarak ülkemizin ve milletimizin menfaatinin olduğu yerde bana göre diğerleri teferruattır. Buna dikkat etmemiz lazım."
Yukarıdaki cümleyi 'ülke ve millet menfaati' yerine gazetecilik etiği hakkında çalışanların çok sık kullandığı 'kamu yararı' kavramını koyarak bir kez daha okuyalım. Tanımı muğlak olsa da kamu yararı bütün gazetecilerin gözetmesi gereken bir ilkedir.
Sanırım buna da kimse itiraz etmez.
Medyanın geleceği
Cumhurbaşkanlığı iftarından edindiğim bir intiba da şu:
Farklı medya kuruluşlarında çalışıyor olabilirler. Farklı çevrelerden gelmiş olabilirler. Farklı siyasi görüşlere sahip olabilirler. Birbirlerini sevmiyor, hatta birbirlerinden nefret ediyor dahi olabilirler.
Aralarında hakaret ve iftira kastına varmamak kaydıyla son derece hararetli çekişme ve tartışmalar yaşanmış olabilir.
Fakat gazetecilerin gerektiğinde kişisel husumetlerini ve diğer farklılıklarını bir kenara bırakıp bir masa etrafında toplanarak memleket meseleleri ve medya hakkında fikir alış verişinde bulunmayı sürdürmeyi başarmaları mümkün.
Bu önemli... Çünkü medyanın geleceğini ve geleceğin medyasını inşa etmek konusunda en büyük sorumluluk gazetecilere düşmektedir. Dönüşüm çağında medyanın kalite ve standartlarını belirlemek öncelikle gazetecilerin görevidir. Bunu da ortak akıl, ortak değerler ve ortak duyarlılık oluşturarak başarabilirler.
Unutmayalım... Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasının başında vurguladığı üç ilke, yani tarafsız, adil ve meslek ilkelerine bağlı olmak; aynı zamanda medya kuruluşlarının var ve yararlı olmayı sürdürebilmelerinin de ön şartlarıdır.
Cumhurbaşkanlığı iftarına katılan medya temsilcilerinin masalarda kendi aralarında yaptıkları bazı konuşmalara şahit oldum. Bu konuşmaların içeriği beni, bu manada, umutlu olmaya sevk etti.