Cumhuriyet sonrası toplumumuzu, 1789 sonrasında şekillenerek II. Dünya Savaşı sonrasına kadar süren ve bilhassa 1879-1905 döneminde zirvesine ulaşan Fransız kutuplaşması için kullanılan "İki Fransa (les deux Frances)" kavramsallaştırmasından yola çıkarak "İki Türkiye" şeklinde tanımlamak anlamlıdır.
İlginç olan Fransa'nın tersine "kaynaşmış bir kitle" olduğumuza inanmaya çalışarak "İki Türkiye"nin varlığını şiddetle reddetmemizdir. Sıklıkla başvurduğumuz bir yöntem olan "olgu inkârı," sorunu ortadan kaldırmadığı gibi onun çözülmesini zorlaştırmaktadır.
Karşılaştırma yapmamıza imkân veren örneğimizde, Amiens piskoposunun 1895'te "İki Fransa var, bizimkisi 'iyi' diğerlerininki ise 'kötü' olandır" ifadesiyle dile getirdiği kutuplaşma yaygın biçimde vurgulanıyordu. "İşte düşman!" nidasıyla ruhban sınıfını işaret eden Léon Gambetta kısa süreli başbakanlığı sırasında bu ayrımdaki "iyi" ve "kötü" sıfatlarını farklı kesimler için kullanmış, buna karşılık, o da "İki Fransa"nın varlığını kabullenmişti. Charles Maurras da ülkenin "Laik Resmî Fransa" ve "Katolik Gerçek Fransa" biçiminde ikiye bölündüğünü iddia ediyordu.
Yirminci yüzyıl başına gelindiğinde "İki Fransa" arasında ihtilâl sonrasında başlayan "soğuk savaş"ın "Fransa'nın ruhu için mücadele" biçiminde de tanımlanan "Okullar Savaşı (guerre scholaire)" ile "sıcak" boyuta geçtiğini, Fransız "Kulturkampf"ının Almanya'da yaşanandan daha tahripkâr olacağını görememek mümkün değildi.
Söz konusu "sıcak savaş," bir papazın çarpıcı anlatımını tekrarlayacak olursak, 1905'te "devrimci ve ateist Fransa'nın monarşist ve Katolik Fransa'yı ezmesi" ile neticelenmişti. Çetrefil bir gelişmeyi fazlasıyla kaba biçimde değerlendiren bu yoruma karşılık, kutuplaşma devam etmiş ve ancak II. Dünya Savaşı sonrasında ivmesi azalmaya başlamıştı.
Türkiye'de ise "İki Türkiye" bir asra yakın bir süredir çatışmakta, kutuplaşma şiddetlenmekte, buna karşılık bu olgu, "kaynaşmış kitle," "birlik ve beraberlik" benzeri söylemlerle halının altına süprülmek istenmektedir. "İki Fransa" gibi "İki Türkiye" de şüphesiz arzulanan bir durum değildir. Ancak yapılması gereken istenmeyenin "inkârı" değil ona çözüm üretilmesi, onun söylem yerine gerçeklik düzeyinde "Bir Türkiye"ye dönüştürülmesidir.
Türkiye ve Üçüncü Cumhuriyet
Modern Türkiye'nin kurucu kadrosunun "ideal" rejimi olan Fransız Üçüncü Cumhuriyeti, "İki Fransa" kutuplaşması ve çatışmasının zirveye ulaştığı bir siyaset anlayışını yansıtıyordu. 1905 yılına gelindiğinde, laikliği "din ile çatışma, onu sıkı devlet kontrolü altına alma" olarak yorumlayan Üçüncü Cumhuriyet, pozitivist entelektüeller ile şehirli, sanayileşmenin yarattığı toplum katmanlarına dayanarak köylü, esnaf ve zanaatkârların temsil ettiği muhafazakârlığa karşı zaferini kazanmış ve Fransa'yı dönüştürme alanında kapsamlı adımlar atmıştı.
Fransa örneğinden derin biçimde etkilenen Türkiye Cumhuriyeti kurucuları da benzer bir dönüşümü gerçekleştirme iddiasıyla ortaya çıkmışlardı. Kurucu liderlerin Fransa ile Türkiye arasındaki toplumsal farklılıkları fazlasıyla küçümsedikleri ve söz konusu "dönüşüm"ü her toplumda gerçekleştirilmesi mümkün, mekanik bir toplumsal mühendislik faaliyeti olarak gördükleri ortadadır. Bunda Erken Cumhuriyet lider kadrosunun Marksistlerin toplumsal gelişme yaklaşımını andıran bir "ilerleme çizgisi"ne duyduğu sarsılmaz inancın da payı vardır.
İki toplum arasında Cumhuriyet liderlerinin önemsiz detaylar olarak yaklaştıkları farklılıklar, Türkiye'deki "dönüşüm"ün önüne ciddî engeller koymuştur. Buna karşılık, 1925- 1945 Türkiyesi'nde1879-1905 dönemi Fransası'nı andıran bir kutuplaşma şekillenmiş, ancak "İki Türkiye" savaşında "1905" benzeri bir kırılma noktasına ulaşılamamıştır. Erken Cumhuriyet döneminde bir kutbun "kazandığı düşünülen zafer" algısı gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Tek Parti propagandası, diğer bir ifadeyle "resmî Türkiye" böyle bir tablo üretmiştir; ama bunun bir "olgu"yu vurgulamaktan ziyade güçlü bir "arzu"yu dile getirdiği şüphesizdir.
Bu değerlendirme yapılırken Cumhuriyet döneminde yaşanan kutuplaşmanın Tanzimat sonrasında ivme kazanan "alla Turca-alla Franca" ayrışmasından farklı olduğunu belirtmek gerekir. Tanzimat ricâli ile İttihad ve Terakki rüesâsının çoğunluğu seküler eğilimler taşımıştır. Ancak bu dönemlerde hayata geçirilen siyasetleri Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin uygulamalarıyla karşılaştırmak mümkün değildir. Erken Cumhuriyet ise toplumu bütünüyle dönüştürmeyi hedefleyen ve çatışma eğilimi yüksek, farklı bir kutuplaşma yaratmıştır. Bir kutbun sesini yükseltmesine izin verilmediği dönemde diğerinin "zafer" kazandığı zannedilmiş, ancak bu gerçekleşmediği gibi çatışma da küllenmemiştir. Türkiye koşulları "Üçüncü Cumhuriyet" tecrübesinin Anadolu'da tekrarını mümkün kılmamıştır.
Ezelî değil sonu gelmeyen
Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye'deki kutuplaşmanın zannedildiği gibi Osmanlı modernleşmesi ile başlayan "ezelî" bir ayrışma olmaktan ziyade Cumhuriyet sonrasında yaşanan ucu açık bir süreç olduğu yorumu yapılabilir. "İki Türkiye" bir kırılma noktasına ulaşamadan çatışmayı sürdürmüş, siyasal iktidarı kullanarak karşıt kutbun sesini kısmış, buna karşılık, farklılıklarını koruyarak içinde beraberce yaşayabilecekleri "Bir Türkiye" sentezine ulaşamamıştır.
Dolayısıyla toplumumuzda bilhassa 2002 sonrasında ivme kazandığı gözlemlenen kutuplaşma yeni bir gelişme değil uzun bir sürecin farklı bir evresidir. "İki Türkiye" bir asra yakın bir süreden beri kıyasıya çatışmakta, "siyasal iktidar"ı kullanarak diğerine kendi dünya görüşü ve yaşam biçimini dayatma teşebbüsünde bulunmakta, kendisine benzer "nesiller" yaratmaya gayret etmekte, buna karşılık, kemikleşmiş kutuplardan birisi diğerini marjinalleştirecek bir kırılma noktasına ulaşamamaktadır.
Böylesi bir noktaya gelinememesi çatışmanın ucu açık ve sonu gelmeyen karakter kazanmasına neden olmasına karşılık onun yoğunluğunu düşürmekte, 1905 Fransası dramatikliğinde gelişmelerin yaşanmasını engellemektedir.
Ancak, Türkiye'nin değişik alanlarda ihtiyaç duyduğu gelişmelerin hayata geçirilebilmesi, toplumun enerjisini anlamsız yere tüketmemesi için bu çatışmanın küllenmesi ve "İki Türkiye"nin, herkesin kendisi olarak katılabileceği "Bir Türkiye"ye dönüştürülmesi gerekmektedir.
"İki Türkiye"nin varlığının kabulü, tarafların diğerini "dönüştürme" arzusunun çatışma ve zaman kaybı dışında bir getirisi olmadığını görmesi bu alanda atılacak ilk adım olmalıdır. Bunun sonrasında "Bir Türkiye" hedefine ulaşmak için neler yapılmasının gerekli olduğu ise bir diğer yazı konusudur.