Gündemimizin önemli maddelerinden birisi haline gelen "yerlilik" tartışması, kavramın tanımında uzlaşma olmaması nedeniyle ciddî bir ilerleme kaydedememiştir. Buna karşılık, siyasal bağlamda "yerlilik" talebi muğlâk şekilde atıfta bulunulan "özgün değerler" ile genellikle Osmanlı üzerinden tanımlanan bir "geçmiş"in sahiplenilmesini dile getirmektedir.
Bu anlamıyla yüceltilen "yerlilik," kaybedilmiş bir "aidiyet" ile unutulmuş bir "geçmiş"in, "bozucu" yabancı etkilerin temizlenerek, "ihya" yoluyla yeniden kazanımı ve inşa edilmesine işaret etmektedir. Kavram söz konusu siyasal kullanımda, "Batılılaşma" sonrasında "köklerini" kaybetmiş bireylerin "aidiyet duymadıkları" toplumu şekillendirmesinin engellenmesi, onların yerine uzun süre aşağılanan, "özgün değerler"i sahiplenmiş fertlerin bu vazifeyi devralmasınının gerekliliğini de dile getirmektedir.
Bu şüphesiz on sekizinci asır sonundan beri değişik yaklaşımlar çerçevesinde tartıştığımız sorunun yeni bir değerlendirmesidir. Kültürel yabancılaşma, toplumdan kopuk tasavvurlar geliştirme, farklı değerleri yüceltme, "geleneksel" ile çatışma benzeri eğilimler doğuran bu sorunun sadece toplumumuza özgü olduğunu düşünmek doğru değildir.
Maupassant okuyan kaymakamlar
Japonya'da "Asya'ya dönüş" taraftarları, Rusya'da Slavofiller gibi grupların benzer tezlerle dile getirdiği "kültürel Batılılaşma karşıtlığı" Osmanlı/Türk örneğinde "yerlilik"in üstünlüğünü savunmuş, onun kaybının derin bir köksüzlük ve bilinçsizlik yaratacağı uyarısında bulunmuştur. Veciz anlatımını Yahya Kemal'in "Koca Mustâpaşa" şiirinde bulan bu "köksüzlük" toplumumuzda geçiş nesillerinin üyelerini rahatsız etmiş, daha sonra "köksüzlük"ün "kök" haline geldiği dönemlerin bireyleri ise "kökler"i yeniden inşa etmenin zorunlu olduğunu düşünmüşlerdir.
Bu "köksüzlük" ve kendisini "Batılı" ve "modern" olarak gören, farklı değerleri içselleştirip yücelterek "geleneksel" ile çatışan bireyler Tanzimat dönemi romanlarında Bihruz ve Felâtun beyler benzeri örnekler üzerinden abartılı biçimde karikatürize edilmiştir. Buna karşılık bu kahramanların geniş bir bürokratik ve şehirli seçkin kitlesini temsil ettikleri unutulmamalıdır.
Bu kitle ve onu oluşturan bireyler hakkında oldukça çarpıcı gözlemleri ise genellikle "Sykes-Picot Anlaşması" ile atıfta bulunulan, Sir Mark Sykes yapmıştır. 1905'e kadar Osmanlı Asya vilâyetlerinde yaptığı seyahatleri "Dar ul-Islam" adı altında kitaplaştıran Sykes, sonraki senelerde gerçekleştirdiği ziyaretleri ise 1915'te kapsamlı bir eser olarak yayınlamıştır.
Sykes'ın çalışmalarında güçlü bir Oryantalist ton, anlatımında ise "medenîleştirme misyonu" söylemi gözlemlemek mümkündür. Buna karşılık, onun eserleri, Tanzimat romanlarında karikatürize edilen "karakterler"in gerçekçi değerlendirmelerini de sunmaktadır.
Sir Mark'a göre, modern Osmanlı eğitim kurumları "biraz Fransızca, biraz edebiyat, biraz tarih, az buçuk matematik, ekonomi politik hakkında fazlasıyla karmaşık düşünceler" sahibi ve "oldukça kalitesiz konyak tüketen" bireyler üretiyordu.
"Şekilsiz redingot giymeyen, konyak içmeyen ve ellerini kullanarak çalışan herkes" bu kişiler tarafından "itici" bulunuyor ve aşağılanıyordu. "Taşraya tayin olduğunda gizlice içmek zorunda kalan" bu "seçkin"lerin dağarcıkları derme çatma, yüzeysel bilgilerden oluşuyor, ufukları ise bürokrasinin "iktidarı"nı tahkim ederek, "hayat tarzı" ve kültürel aidiyet nedeniyle "geri" olduğunu düşündüğü tabakaları yönetmesi ile sınırlanıyordu.
Sykes'ın renkli ifadesiyle aktarırsak "Şanslıysa ve ana babası doğru kişilere rüşvet vermişse küçük bir kazada kaymakam olur. Bir şişe içkisi, Guy de Maupassant'dan bir roman ve bir takım 'liberal' fikirler. Ama ne fikirler! Fikirden ziyade yarısı unutulmuş alıntılar. Reform hakkındaki düşüncesi ise kaymakam maaşlarının aksatılmadan ödenmesi, kaymakamların okuyacağı basını özgür tutacak düzenlemeler, kaymakamların seyahat edeceği demiryollarının inşa edilmesi ve tüm kaymakamların İstanbul'da toplanmasını sağlayacak Kaymakamlar Meclisi'ne dolgun maaşla âzâ yapılması ile sınırlıdır."
"Yerlilik" inşa etmek
Osmanlı Batılılaşmasının yarattığı ve yeniden ürettiği "toplum değerlerinden kopuk," "gelenekle çatışan" bürokratik ve şehirli seçkinler yeni ulus-devletin tekil medeniyet yaklaşımının kavramsallaştırılması ile onun ideoloji ve siyasetlerinin şekillenmesinde de önemli rol oynamışlardır. Bunun neticesinde her toplumda varolan "seçkinler-kitle" farklılaşması Türkiye'de çok daha katı ve çatışmacı bir boyut almıştır.
Bu çatışma, çok partili yaşam sonrasında toplumsal hayatın önemli eksenlerinden birisi haline gelmiş, siyaset üzerinde de fazlasıyla etkili olmuştur. Son dönemlerde siyasetin bir kanadı "yerlilik"in yeniden inşa edilmesi ve toplumsal dönüşümün, kendisini bu aidiyet üzerinden tanımlayanlar tarafından şekillendirilmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Bunun iki yüz yıllık bir süreçte şekillenen yabancılaşma ile yukarıdan aşağıya, baskıcı toplum mühendisliğine tepki olarak ortaya çıktığı açıktır. Ancak diğer toplumlardaki tecrübelerde de görüldüğü gibi seçkinlerin önemli bir bölümünün geleneksel değerleri ithal olanlarla ikame etmiş olmaları "yerlilik"in yeniden inşa edilmesini fazlasıyla güçleştirmektedir. Temel sorun ise "Osmanlı ihya"sı yaklaşımında olduğu gibi "yerlilik inşa edilmesi" girişiminde de "saf hal" ve "ideal şekil" üzerinde mutabakatın mümkün olamamasıdır.
Bunun da ötesinde içinde yaşanılan post-modern gerçeklikte "saf yerlilik" ulaşılması imkânsız bir amaç haline gelerek "yeniden üretim"i mümkün olmayan ve ancak belirli tercihler çerçevesinde "inşa edilebilecek" bir "yapı"ya dönüşmüştür.
Bunun neticesinde modernlik sonrası gelişmeleri "yaşanmamış" varsayarak hayal ettiğimiz "geçmiş" ve "saf" olduğunu düşündüğümüz "değerler" üzerinden "ihya" etmeye çalıştığımız "yerellik"in, son tahlilde indirgeyici olabileceği unutulmamalıdır.
Geçmiş inşa ederken Osmanlı tarihinden yapılan seçimler neticesinde varılan noktanın "biçim ve söylem taklidi" olması gibi "yerellik" yapımının da "dindarlık"ın bu kavramın "saf hali" olduğunun düşünüldüğü bir faaliyete dönüşmesi mümkündür.
Buradan yola çıkan bir "yerellik"in inşa edilmesi ise kültürel yabancılaşmanın postmodern toplum ölçütlerinde dengelenmesi, toplumsal tasavvurların yaşanan gerçeklik ve geleneksel değerlerden kopuk mühendislik projelerine dönüşmesinin önlenmesi benzeri anlamlı talepler çerçevesinde başlatılan bir girişimin varolanlara ek ve derin bir "kutuplaşma" ekseni yaratmasına neden olacaktır.
Bunun önlenmesi için ise "yerellik"in tanımı ile işe başlayıp, onun etraflı biçimde tartışılması gerekmektedir...