Beşşar el-Esed liderliğindeki Ba'as rejimi totaliter mezhep diktatörlüğünü sürdürme uğruna yüz binlerce kişiyi öldürerek, milyonlarca bireyi göçe zorlayarak ve "Mahd al-Hadarat (Medeniyetler Beşiği)" olarak adlandırılan bir ülkeyi harabeye dönüştürerek yirmi birinci asrın en büyük insanî trajedisini yaratmıştır.
Bu tabloya karşılık, Suriye diktatörünün temsil ettiği zihniyetin ülkenin geleceğinde yeri bulunmadığının dile getirilmesine "seküler liderliğin desteklenmesi" ve "realpolitik" zeminlerinde karşı çıkılmakta, Ba'as rejimi eleştirisinin "İslâmcılık," bununla da yetinilmeyerek "neo-Selefîlik" ile eşanlamlı olduğu savunulmaktadır.
Rejimin sorumluluğu
Batı ve Türkiye'deki bâzı çevrelerde Suriye'deki katliamlar hakkında yaratılan algı, neo-Selefî hareketler tarafından başlatılan bir isyan, onu bastırmaya çalışan seküler bir rejim, bu süreçte doğan DAİŞ ve önemli bir kısmı bu terörist örgüt tarafından öldürülen sivillerdir.
Arap Baharı kapsamında totaliter bir rejime karşı özgürlüklerin genişletilmesi talebi ile başlayan bir hareketi, gelişmeye daha sonra dahil olan terörist örgütlere bağlamanın anlamsızlığı ortadadır. Bunun yanı sıra mevcut veriler iç savaşta ölenlerin büyük çoğunluğunun rejim tarafından katledildiğini ortaya koymaktadır.
İstatistikleri BM tarafından da kullanılan bir kuruluş olan Syrian Network for Human Rights'ın verilerine göre Mart 2011 ilâ Kasım 2016 arasında öldürülen 203.097 sivilden 188.729'u yâni % 93'ü rejim tarafından katlolunmuştur. Aynı dönemde DAİŞ tarafından öldürülenlerin sayısı 2.998 (% 1.5)'dir.
Söz konusu zaman diliminde işkence neticesinde ölen 12.836 kişiden 12.747'si (% 99.3) hayatını rejim güçleri elinde kaybetmiştir.
Bu veriler DAİŞ'in terörist örgüt olma niteliğini ortadan kaldırmaz.
Ama onunla mücadele, insanlık suçları işleme alanında rekor kıran bir diktatörlüğün aklanması, ona meşruiyet kazandırılmasını gerektirmemektedir.
Seküler olsun öldürsün
Batı dünyası ve Türkiye'de Ba'as rejimi savunusu iki temel üzerine inşa edilmektedir.
Bunlardan ilki, Ortadoğu'da mevcut çok sayıdaki diktatörlükten biri olan Beşşar el-Esed liderliğinin "seküler" karakteri nedeniyle "ehven-i şerreyn" olarak tercihinin gerekliliğidir.
Bu yaklaşıma göre Suriye'de demokrasi tesisi imkânsız olduğundan, "diktatör"ün "seküler" olanı tercih edilmelidir.
Nitekim Brexit hareketi liderlerinden, UK Independence Party eski lideri Nigel Farage, hararetli destekçisi olduğu Trump'ın kimyasal silah kullanımı sonrasında gerçekleştirdiği müdahaleyi eleştirirken, "gördüğü fotoğrafları dehşet verici" bulduğunu, ancak "Beşşar el-Esed'in günahları ne olursa olsun, seküler" olduğunu vurgulamaktan geri kalmamıştır.
Bu yaklaşımın anlamsızlığı, "seküler" olmanın işlenen insanlık suçlarını hafifletmek ve yüz binlerce vatandaşını katleden, milyonlarcasını göçe zorlayan bir diktatörlüğü meşrulaştırmak amacıyla kullanılamayacağı ortadadır. "Sekülerlik" zemininde savunulan diktatörün varlığını bölgenin en güçlü "teokrasisi"nin desteğiyle sürdürmesi ise ciddî bir çelişkiyi yansıtmaktadır.
Realopolitik gereği
Ba'as diktatörlüğünün savunulması "sekülerlik"in yanı sıra "realpolitik" zemininde gerçekleştirilmektedir. Bu yaklaşıma göre "realist dış siyaset yapımı," Beşşar el-Esed'in "Suriye'nin gerçeği" olarak kabûl edilmesi ve ülkenin geleceğinde rol oynamasını zorunlu kılmaktadır.
Ba'as rejiminin Türkiye'deki "Papa'dan daha Katolik" destekçileri de "en geç iki yıl içinde Batı dünyasının Ortadoğu'da en büyük dostu ve en fazla destekleyeceği müttefik"in Beşşar el-Esed olacağını tebşîr ederken, Ankara'nın da "realpolitik"e dönüş çerçevesinde bu "dostluk treni"nde yerini almasını istemektedir. Bu kehânete karşılık, "realpolitik"in Ba'as rejimini destekleme ve onunla ittifakı gerekli kıldığını iddia etmek ancak gerçekliğe sırt çevirmekle mümkün olabilir.
Süreç içinde Arap milliyetçiliği ve Pan- Arabizm'den lider kültü temelli mezhep diktatörlüğüne evrilen Ba'as rejiminin Suriye'yi totaliter yöntemlerle uzunca bir süre bir arada tuttuğu doğrudur. Ancak Arap Baharı bu dönemi sona erdirmiş, Suriye vazosu, maalesef, parçalanmıştır. Bunun Beşşar el-Esed'in temsil ettiği zihniyet tarafından yeniden birleştirilebileceğini, onun geleceğin Suriyesi'nin lideri olabileceğini düşünmek "realpolitik"i sahiplenmek değil mevcut gerçekliği okuyamamaktır.
Bu zihniyet Suriye'nin bir bölgesinde etkinliğini sürdürebilir, ancak onun ülkeyi yeniden bir bütün olarak ya da 1922-24 dönemindekine benzer bir federatif yapı oluşturulursa o çerçevede yönetmesi mümkün değildir.
Bunun vurgulanması, realpolitikten koparak Wilson idealizmine dönüş anlamına gelmez.
Buna karşılık, Suriye'nin geleceğinde Ba'as diktatörlüğüne yer olamayacağı gerçeği dağılmış bir toplumun yeniden inşa edilmesi süreçlerinin zorluğunu unutturmamalıdır.
Küresel ve bölgesel güçler ile çok sayıda yerel aktörün katıldığı mücadele sadece Suriye'nin geleceğini değil yeni Ortadoğu'yu şekillendirecek "büyük oyun"un parçasıdır.
"Esed" ve "Es'ad/Esat" kullanımları üzerine not
"Esed" (Arapça elif üzerinde hemze, sin ve dal harfleriyle yazılan üç harfli, kökü hemze, sin, dal olan kelime) "aslan" ya da mecazî olarak "kahraman" anlamına gelmektedir.
Örneğin, Hz. Ali için kullanılan sıfatlardan biri de "Esedullah el-Galib"dir. Buna karşılık "es'ad" (Arapça elif, sin, ayn ve dal harfleriyle yazılan dört harfli ve kökü sin, ayn, dal olan kelime) Türkçe'deki "mutlu" karşılığıdır.
Dolayısıyla Suriye diktatörü için "Es'ad" ya da Türkçe telâffuz çerçevesinde "Esat" kullanımı tercih edildiği zaman unvanı (bu bir soyadı değil, Arapça "el" harf-i tarifi ile yazılan, yâni kelimenin işaret ettiği anlamı somut kavram düzeyinde kesin olarak tanımlayan, bir unvandır) "Aslan" olan bir kişiye "Mutlu" denmiş olmaktadır. Doğru olan "el- Esed" yazımıdır. Türkçe'de harf-i tarif olmadığı için onun düşürülmesi kabul edilebilir; buna karşılık "Es'ad/Esat" yazımı "yanlış"tır.
"Es'ad" gibi "esed" kelimesi de dilimizde uzun süre mevcut olmuş (örneğin üzerinde aslan figürü olan Hollanda parasına [thaler] "esedî guruş" denilmiş), ancak daha sonra unutulmuştur. Bu nedenle, baba-oğul Suriye diktatörleri için "Es'ad/Esat" kullanımı yaygınlaşmıştır.
Bunun düzeltilmesi gereklidir. Bir kişinin "adını doğru yazmanın" Türkiye'nin dış siyasetine yönelik tercih yansıttığının varsayılması ise konu üzerine varolan toplumsal kutuplaşmanın ilginç bir örneğidir.
Büyük bir insanî trajedinin baş sorumlusunun "seküler" olduğu gerekçesiyle savunulması zannedilenin tersine "realpolitik" ile de çatışır