Diyalog, çoğulculuk, yasakçı laiklik yorumunun değişimi benzeri taleplerin ardında değişik istihbarat örgütlerinin taşeronluğunu yapan kapalı bir örgütlenmenin darbe girişimi modern tarihimizin en önemli toplumsal travmalarından birisini tetiklemiştir.
TBMM'yi bombalayan, vatandaşlarına acımasızca ateş açmakta tereddüt göstermeyen bu örgütlenmenin neden olduğu travmanın derinliği, güçlü "toplumsal aldatılma" duygusu ile ülkenin ilk kez "darbe"nin ötesinde yabancı güçler adına "işgal" girişimine muhatap olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu derinlikteki bir travmanın söz konusu kapalı yapılanmanın bürokrasi, adalet sistemi ve silahlı kuvvetlerde örgütlenmiş üyelerinin ayıklanması ve bunlardan darbe girişimine katılanların cezalandırılması alanında sert bir reflekse neden olması şaşırtıcı değildir. Sadece toplumsal düzeni değil bizzat varlığı saldırıya uğrayan bir toplumun bunun müsebbiplerini tecziye girişiminin meşruiyeti tartışılamaz.
Olağanlaşma tehlikesi
Bu çerçevede değerlendirildiğinde darbe girişiminde bulunanların ortaya çıkarılması ve cezalandırılması için OHAL ilânı ve olağan dışı önlemlere başvurulmasının anlayışla karşılanması gereklidir.
Buna karşılık bu süreçte dikkatle kaçınılması gereken bir tuzak bulunmaktadır. Bu ise yakın tarihimizdeki tecrübelerin de ortaya koyduğu gibi "olağanüstülüğün olağanlaşması," onun kendisini doğuran koşullardan "bağımsızlaşarak" "düzen" haline gelmesi ve değişik gelişmelere uygulanmasıdır. Yakın tarihimiz bunun çarpıcı örneklerini sunmaktadır.
Sadrâzâm Mahmud Şevket Paşa'nın 11 Haziran 1913 günü dış desteği de arkasına alan karmaşık bir darbe koalisyonunun girişimi ile katledilmesi Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında yoğun bakıma giren demokrasinin bütünüyle rafa kaldırılmasına neden olmuştur. Elimizdeki vesikalar alınan tedbirlerin anlamsız olmadığı ve kapsamlı bir darbe girişiminin önlendiğini göstermektedir.
Buna karşılık meşru zeminde alınan önlemler süreç içinde kendilerini doğuran nedenlerden bağımsızlaşmış ve "olağanüstülüğün olağanlaştığı" bir "düzen"in doğuşuna neden olmuşlardır.
Bu süreçte Mahmud Şevket Paşa suikastı ile ilişkisi olmayan çok sayıda muhalif Sinop başta olmak üzere değişik şehirlere sürgün edilmiş, ülke ise hızla hazırlanarak sultan tarafından onaylanan ve mecliste tartışılmayan "kavânin-i muvakkate (geçici kanunlar)" ile yönetilmeye başlanmıştır.
Uluslararası konjonktürün de katkıda bulunduğu bu "olağanüstü ortam" sosyalistinden Garbcısına her türlü muhalif sesin "hıyanet-i vataniye" ile suçlandığı bir "düzen" yaratmış ve Harb-i Umumî'ye giriş ya da etkileri günümüze uzanan "Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçün Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedâbir Hakkında Kanun-i Muvakkat" önemindeki kararlar muhalefetsiz bir ortamda alınmışlardır.
Savaş yenilgisi olmasa ne zaman biteceği belirsiz olan bu "düzen" 1918'de sonlanmış, ama yeni bir "olağanüstü dönem" gecikmemiştir. Kurdelesi Şeyh Said İsyanı (1925) ve İzmir Suikast Teşebbüsü (1926) ile kesilen bu yeni dönemde Takrir-i Sükûn uygulaması ve değişik illerde görev yapan İstiklâl Mahkemeleri yaklaşık yirmi yıl boyunca "olağanüstülük"ün kendisini doğuran şartlardan bağımsız olarak "düzen" haline gelmesine neden olmuştur.
Bu süreçte, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay benzeri İstiklâl Harbi kahramanlarından İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin hayatta kalmış liderlerine ulaşan genişlikteki bir yelpazede yer alan "muhalifler," Türk Tarih ve Dil tezleri anlamsızlığındaki yaklaşımları desteklemeyen akademisyenler, iktidarı tenkit eden gazeteciler sindirilmiş, görevlerinden uzaklaştırılmış ya da tasfiye edilmiştir.
Yeni devletin kuruluşu ve millet inşa edilmesi süreçlerinin muhalefetsiz, her türlü eleştirinin "vatan hainliği" ile yaftalandığı bir ortamda yapılmasının günümüzde boğuşmak zorunda kaldığımız sorunların yaratılmasındaki rolü göz ardı edilemez.
Daha da vahim olan, neden kaynaklandığı unutulan bu "olağanüstülük"ün "olağanlaşması"dır. Bu süreçte "olağanüstülük" o denli içselleştirilmiştir ki, Recep Peker çok partili hayata geçiş sonrasında dahi Demokrat Parti liderlerine "İstiklâl Mahkemeleri Kanunu"nun yürürlükte olduğunu hatırlatmaktan çekinmemiştir.
"Olağan"ın önceliği
Yakın geçmişte yaşadıklarımız "olağanüstülük"ün "dayanılmaz bir cazibesi olduğu" ve çetrefil sorunların hallinde kestirme yol olarak algılanabildiğini ortaya koymaktadır. Buna karşılık tecrübemiz, uzun vâdede bu cazibeye kapılma ve "olağanüstülük"ü kendisini doğuran nedenlerden bağımsız olarak "düzen" haline getirmenin kapsamlı sorunlara neden olduğunu göstermektedir.
Türkiye, kanlı 15 Temmuz kalkışması akabinde haklı olarak ortaya koyduğu refleksler sonrasında, bu cazibeye kapılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Burada düşülmemesi gereken tuzak ufkumuzu "tehdidi önlemek" ile sınırlandırmamızdır. Zikredilen kapalı yapının tehdidinin izalesi Türkiye'nin öncelikli sorunudur. Ama son tahlilde, Türkiye'nin "gelecek tasavvur"u bu yapının olmadığı bir toplumun yaratılmasına indirgenemez.
Bu nedenle Türkiye "olağanüstü"yü "olağanlaştırmak" ve onu "düzen" haline getirmek yerine "olağan"a yönelmek zorundadır. "Olağan" ise katılımcı demokrasinin geliştirildiği, sivil toplumun güçlendiği, her türlü muhalefetin var olduğu ve kimlik ve inançların özgürce yaşandığı bir toplumdur.
Bu hedef göz önüne alındığında "olağanüstük"ü doğuran nedenlerin ortadan kaldırılması için çaba gösterilirken, her türlü muhalefeti bunlarla ilintilendirmek yolunda zorlamalardan vazgeçmek ve "olağan" eleştirileri "olağan düzende" olduğuna benzer biçimde değerlendirmek gereklidir.
Geçmişte yaşadığımız tecrübeler tersine yaklaşımla her türlü muhalefeti "vatan hainliği" ile özdeşleştirme, akademi, basın ve siyasette bu temelde tasfiyeler yapmanın son derece olumsuz neticeler doğurduğunu ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla Türkiye "olağanüstülük"ü doğuran nedenleri, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve suçun kişiselliği ilkesinden taviz vermeksizin "olağanüstü" yollarla izale ve tecziye etme hakkını kullanırken, bunun dışında kalan muhalefeti "olağan" düzen koşulları çerçevesinde değerlendirmelidir.
"Olağanüstülük"ü "düzen"e dönüştürmenin yaşamsal tehditlerle karşılaşan, "beka sorunları" ile boğuşan devlet yöneticilerine yönelik güçlü bir câzibe alanı yarattığı açıktır. Buna karşılık tecrübelerimiz buna direnilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. "Olağanüstülük"ün "düzen" haline gelmesi, uzun vâdede, "çözdüğü" sorunlardan çok daha kapsamlı ve yapısal olanların doğuşuna neden olmaktadır.
Bu alanda geçmişte karşılaştığımız başarısızlıklar bizi karamsarlığa sevk etmemelidir. 2017 Türkiyesi söz konusu "dayanılmaz cazibeye" kapılmayacak tecrübe, devlet aklı ve toplumsal sağduyuya sahiptir.