Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Siyaset ve “sığ” entelektüel zemin

Siyasetin hızla artan bir ivme ile güçlenen özelliklerinden birisi de "entelektüel zemin" yoksunluğudur. Siyasal yelpazenin bir ucundan diğerine ulaşan alandaki örgütlenmelere, bunların varlık nedenlerini açıklayan belgelere ve "siyaset" tartışan "köşe yazıları"na bakıldığında ilk göze çarpan derin bir entelektüel sığlık olmaktadır.
İstisnâlar dışında siyasetimiz kapsamlı entelektüel sorulara cevap verme amacı olmayan, üstü örtülü bir "entelektüellik karşıtlığı"nı içselleştiren, buna karşılık, "siyaset"in taleplerin dile getirilmesine aracılık temelinde yapılmasını da "küçümseyen" bir yaklaşıma sahiptir. Bunun neticesinde "siyaset" bir "entelektüel" kaygı ve program çerçevesinde şekillenmemesine karşılık bu bağlamı, kendisini "entelektüel bir çerçeveye kavuşturma" amacıyla üretmektedir.
Bunun yeni bir gelişme olmadığının altı çizilmelidir. Örneğin, CHP 1960'lı yıllarda kendisini siyasal bir pozisyon kadar entelektüel bir zeminde de konuşlandırma amacıyla "ortanın solu"nda olduğunu açıklamış ve daha sonra bu terimin içini doldurmaya çalışmıştı. Merhum Turgut Özal ise başını çektiği siyasal hareketi "liberalizm" ile ilişkilendirdikten sonra Sabahaddin Bey'in, Edmond Demolins'den mülhem "teşebbüs-i şahsî" tezlerine kadar giden bir "entelektüel tarihî gelişim çizgisi" üretmişti. Burada önemli olan entelektüellik ile siyaset arasındaki ilişkinin "ters" olmasıdır. Siyasal hareketler entelektüel kaygılar neticesinde doğmamakta, bunların ürünü programlar geliştirmemekte, ancak kendilerini sonradan "entelektüelleştirmekte"dir.

Sığ anti-entelektüellik
Bu ilişkinin siyasetin ciddî anlamda sığlaşmasına neden olduğu ortadadır. Mevcut siyasal hareketlerin bu boşluğu "hamasî söylemler" yardımıyla doldurmaya çalışması sığlığı daha da derinleştirmektedir. Köşe yazıları ile kendilerini yeniden üreten böylesi söylemler bir anlamda çürük mobilya üzerine sürülen cilâ işlevini görmekte, sığlığa çözüm getirememektedir.
Entelektüelliğin zemin kaybetmesi Türkiye'ye özgü bir gelişme değildir. On dokuzuncu asrın ilk yarısında John Stuart Mill'in İngiltere'nin yükselişini "pragmatik" ve "üretme ile yapma"ya endeksli bir "sınıf"ın varlığına borçlu olduğunu vurgulaması sonrasında, Victoria döneminde güçlü bir anti-entelektüel hareket yükselmişti. Daha sonra Georges Sorel ve Henri Bergson anti-entelektüelliğin "entelektüel" bağlamını oluşturmuşlar, Richard Hofstadter ABD'de 1950'li yıllardan sonra tırmanışa geçen bu olgunun toplumsal kültürle ilişkisini açıklamaya gayret etmişti.
Aynı süreçte sosyalist toplumlarda uzun süre etkinliğini koruyan "sol entelektüel" bağlamlar ise 1989 Devrimleri sonrasında âdeta buharlaşmıştır. Bu fazla şaşırtıcı değildir, çünkü "sol entelektüel" söylemler, Marx, Engels ve Lenin'in çok farklı bağlamlarda uzun süre önce yaptıkları yorumlara, yaptıkları tespitlere dayalı klişeler üretmeleri nedeniyle logokratik siyasetin altyapısını oluşturuyorlardı. Bu siyasetin iflâsı sol söylemlerin de sonu anlamına geliyordu.
Siyasetin daha geniş katılımla yapıldığı, kısa ve özlü siyasal mesajların bireylere hızla ulaştırılabildiği post-modern dünyada da entelektüel zemin artan bir ivme ile gerilemektedir. Ancak bu olgunun siyasal örgütlerimiz üzerindeki yansıması çok daha güçlü olmaktadır. Bir asır önce yaşanan İkinci Meşrutiyet Dönemi ile karşılaştırıldığında, örneğin, Osmanlı İslâmcı ve Türkçü hareketleri gözönüne alındığında, görülen devâsâ boyuttaki entelektüel sığlaşma, aynı zaman diliminde global düzeyde yaşanan değişimin çok üzerindedir.
Dolayısıyla karşı karşıya olunan sorun güçlü "entelektüel zemin"i olan hareketlerin süreç içinde bunun pragmatizm tarafından aşındırılmasına karşı koyamamalarının oldukça ötesindedir. Mesele entelektüel zeminden yoksun ve bunu "söylem" aracılığı ile sonradan üreten yapıların zamanın ruhunun da etkisiyle pragmatizm ötesi bir basitliğe saplanmalarıdır.

Sığlıktan çıkış
Bunun neticesinde siyasetin entelektüel zeminden yoksun, büyük sorulara cevap verme iddiası olmayan, buna karşılık bu açığı "hamasî söylem" ile kapatmaya çalışan bir karakter kazanması ciddî bir sorundur. Türkiye'de İslâmcı, "liberal," milliyetçi, "sosyal demokrat", "sosyalist" siyasal örgütlenmelerin tümünün "entelektüel bağlam"dan fazlasıyla kopuk olmaları ve bunu basmakalıp sloganlarla telâfi etmeye çalışmalarının önemli yansımaları vardır.
Bunlardan birincisi, entelektüel açığın "hamaset" ve sloganlar ile kapatılmasının siyasetin "programlar" tartışması yerine "dâvâlar" mücadelesine dönüşmesine ciddî katkıda bulunmasıdır. "Dâvâ" benzeri mistik, kutsallık iddiasındaki kavramsallaştırmalar aracılığıyla yapılan siyaset, entelektüel farklılıklara (örneğin liberal-sosyal demokrat) nazaran daha yüksek çatışma potansiyelini içermektedir.
İkinci olarak, "içi boş slogan kullanımı"nın yaygınlığı siyasetin ilkesizliğe yönelmesini kolaylaştırmaktadır. İlkesizlik, pragmatizm ile karıştırılmamalıdır. Bunlardan birincisi esneklik değil "şartları fırsatçı biçimde değerlendirme" yaklaşımını ete kemiğe büründürmektedir.
Bunların yanı sıra "entelektüel zemin" yoksunluğu, "düşünce"nin toplum nezdinde gereksiz görülmesine ve bunun da ötesinde yararı olmayan, eksantrik bir faaliyet olarak algılanmasına katkıda bulunmaktadır. Bu algı günlük kullanımda farklı siyasal görüş sahipleri tarafından "entel," "münevver müsveddesi" benzeri ifadelerin yaygın biçimde dile getirilmesinde önemli rol oynamaktadır.
Günümüz dünyasında siyasete "entelektüel zemin" oluşturma girişiminin "akıntıya ters kürek çekme" anlamına geldiği yorumu yapılabilir. Bu, genel anlamda, doğru bir tespittir. Ancak dile getirmeye çalıştığımız gibi, bu sorun, Türkiye'de global gelişme ve trendlerin ötesine geçmekte ve yapısal bir karakter arzetmektedir.
Bu durumun düzeltilmesi için siyasal örgütlenmelerin benimsedikleri pozisyonlara uygun "entelektüel kılıf hazırlama" yerine, varlıkları ve siyasetlerinin "entelektüel temelleri" üzerine çalışma yapmaları, büyük sorular sormaları gerekmektedir.
Siyasal partiler dışında bağımsız düşünce kuruluşlarının bu alanda göstereceği faaliyet de şüphesiz önemli katkı sağlayacaktır. Gazetelerin polemik temelli, kişiselleştirici, çalakalem yazılan "köşe yazıları" yerine, "op-ed" olarak adlandırılan, "düşünen ve düşündüren" uzman görüşlerine yer vermesinin de bu konuda ciddî bir dönüşüme yardımcı olacağı açıktır.
Doğal olarak bu faaliyetler siyasetin toplumsal taleplerin dile getirilme aracı olduğu gerçeği unutulmadan, onu, güncellikten kopuk, soyut bir "entelektüel tartışma"ya dönüştürme tehlikesi gözardı edilmeden gerçekleştirilmelidir. Bu, sadece siyasetimizin sığlıktan kurtulmasını sağlamakla kalmayarak, uzun vâdede, toplumsal çatışma risklerinin azaltılmasına da ciddî katkıda bulunacaktır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA