Milli İstihbarat Teşkilatı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın birlikte kotardığı CIA destekli Abdullah Öcalan operasyonunun hafızalara kazınan cümlesi "Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin" idi.
Türkiye'nin 100. kuruluş yıldönümüne yaklaştığımız şu süreçte yaşanan siyasi çatışmaları konu alan bir filmin başlangıç repliği olabilecek bu cümle, ilk çağrıştırdıklarından çok daha fazlasını ifade eden kilit bir cümle.
16 Şubat 1999'da Öcalan'ı Kenya'dan Türkiye'ye getirmekle görevli bir Türk subayı tarafından sarf edilen (Bu subayın Levent Göktaş olduğu belirtiliyor) bu cümle, Apo'nun tesliminden sadece bir ay sonra, 21 Mart 1999'da Gülen Cemaati'nin, şimdiki adıyla paralel yapının lideri Fethullah Gülen'in, memleketinden ayrılıp ABD'ye gittiği düşünüldüğünde daha derin anlamlar kazanıyor.
Öcalan operasyonunda rol almış ismi bizde saklı bir MİT mensubunun amirliğini yapmış eski bir istihbaratçı, bundan bir yıl önce bana, "ABD Fethullah Gülen'i vermez. Çünkü Gülen orada tutuklu gibi" demişti. Bu söz, Öcalan'ın teslimi ile birlikte değerlendirildiğinde Türkiye'nin, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı siyasi çatışmaların tohumlarının nasıl ekildiği bir nebze anlaşılmış oluyor. Ancak 'puzzle'ın parçalarını, analizin sınırlarını aşıp komplo sınırlarından içeri girmeden (Bu ikisi arasındaki çizgi, özellikle siyasi bunalım dönemlerinde belirsizleşiyor), birleştirmek için biraz daha gerilere, 1960'ların sonuna kadar gitmek gerekiyor.
Türkiye'nin bugünlerde içinden geçtiği siyasi tünelin temelleri 1960'lı yılların sonunda, 1980'lerin başında ve nihayet 1990'lı yılların sonunda yaşanmış üç ayrı önemli gelişme ile atıldı. Ortaya çıkış sebepleri, sosyolojik arka planları ve stratejileri farklı olsa da Türkiye'nin siyasi atmosferine etki eden devlet dışı örgütlenmeler olarak birbirleriyle aynı noktada buluşan PKK ve Gülen Hareketi, bu gelişmelerle şimdiki formunu aldı.
DÂHİLİ VE HARİCİ İKİ GÜÇ
Sonradan PKK'nın hegemonyası altında toplanacak Kürt siyasi hareketinin ilk nüveleri 1960 darbesinin de bir sonucu olarak 1967'de Diyarbakır'dan başlayan mitinglerle oluşmaya başladı. Örgüt, daha doğrusu Apocular 1974 yılından sonra Marksizm-Leninizm ideolojisiyle teşkilatlanmaya başladı. PKK, 27 Kasım 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesinin Fis köyünde resmen kuruldu.
Örgütün, bu başlangıç evrelerinde bir kır örgütü olmaktan çok bir şehir örgütü olarak yapılandığını not düşelim. Zira bu, örgütün sadece bir kırsal alan örgütü olmadığını, yeri geldiğinde şehirleri terörize etme potansiyeline sahip olduğunu göstermesi bakımından önemli. Geçtiğimiz günlerde Yüksekova ve Diyarbakır'da maskeli teröristlerce gerçekleştirilen eylemler de bunu doğruladı.
PKK, silahlı şiddet eylemlerini geçmişte devletten önce kendisine rakip örgütlere karşı da etkili biçimde kullanmıştı. Yani şiddet, örgütün siyasi vesayet oluşturma sürecinde hep başat unsur oldu. 1960'ların sonunda siyasal şiddet şöyle dursun, görünürde siyasetten bile uzak bir profil çizerek örgütlenmeye başlayan Gülen Hareketi ise 1970'li yılların sonundan itibaren doğrudan doğruya devlette yapılanır oldu.
1980 darbesinin bu iki örgütlenme üzerinde negatif ve pozitif biçimde aynı sonuçları yaratan bir etkisi oldu. PKK -darbecilerin Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkence ve baskılarının yarattığı tepkiye bağlı olarak- taraftar toplayıp büyürken Gülen Hareketi, ABD'nin desteğiyle gerçekleştirildiği herkesçe malum bu darbeden sonra 'ılımlı İslam' projesinin toplumsal alanda taşıyıcısı oldu ve proje, bürokratik kanallardan devlet sistemi içine de sirayet etmeye başladı. Böylece Türkiye'de devlet, 21. yüzyılın başında yeniden şekillendirilme sürecinin öncesinde biri harici (PKK), diğeri dâhili (cemaat) olmak üzere iki güç tarafından kuşatılmış oldu.
BENZERLİKLER, FARKLILIKLAR
Bu kuşatmayı yorumlayabilmek için aslında ideolojik olarak birbirine düşman olan, ancak yeri geldiğinde Türkiye'nin üzerinde 'Demokles'in kılıcı' gibi sallanan iki güç arasındaki benzerlik ve farklılıkları görmek gerekiyor. Bu iki yapıdan sadece birinin lideri Türkiye'de. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakan olduğu dönemde Fethullah Gülen'i boşuna Türkiye'ye çağırmamıştı.
Gerektiğinde lider kültü etrafında birleşebilen hiyerarşisi güçlü iki farklı yapıdan söz ediyoruz. Türkiye'nin bekası bu iki yapının üst yönetimleri ile tabanlarının arasındaki duygusal ve ideolojik mesafenin açılmasına bağlı olmasa bile bu ayrışma önce devletin bütünlüğünü sağlaması, sonra da çözüm sürecinin nihayete ermesi açısından son derece önemli.
Her iki örgütlenme de sık sık isim değiştirdi. Gülenistler, bugüne kadar kendilerini cemaat, hizmet, hareket, camia gibi kavramlarla ifade etmeye çalıştı. Ama sonunda -en azından cemaatin üst yönetimi- kendilerinin benimsemediği bir isimle, paralel yapı ile anılır oldu. PKK ise KADEK, Kongra-Gel, KCK gibi isimler kullandı. Örgütün başlangıçta uzun süreli halk savaşı stratejisini benimsediği biliniyor. Bu, 'stratejik savunma', 'stratejik dengeleme' ve 'stratejik saldırı' olmak üzere üç aşamadan ibaret. Gülen Hareketi'nin evrimsel süreçlerinde de benzer aşamaları (oluşum, aktif sabır, taarruz gibi) gözlemlemek mümkün.
Her iki yapı da devleti taklit ediyor. Bunun en bariz göstergelerinden biri çeşitli isimler altında 'paralel vergi' topluyor olmaları. Cemaat, müntesiplerinden aldığı gelirleri 'himmet' olarak adlandırıyor. PKK'nın da kendisinden olan, olmayan pek çok işadamı ve esnaftan vergi adı altında haraç topladığı vaki. Hatta örgüt, bir dönem devleti taklit etme işini biraz ileri götürmüş ve dağa çıkma oranlarının tavan yaptığı 1990'larda Doğu ve Güneydoğu'daki kimi evlere militan toplamak için 'celp' bile göndermişti.
PKK'nın belediyelerdeki, cemaatin ise devletteki örgütlenmesinde sıralı amirden değil, 'paralel amir'den (KCK'lı veya imam) talimatlar alınan sistemler kurduğu da biliniyor.
Devlete paralel şekilde örgütlenmiş PKK'nın da cemaatin de siyasallaşma evrimini tamamlama zorunluluğu var. Bu, devlet sistemine entegrasyonları açısından çok önemli. Cemaat parti kurma işinin daha başında, ilk kez böyle bir şeye niyetlendikleri yönünde söylentiler var. PKK ise aynı tabana hitap ettiği partiyi siyalaştırmak yerine, 6-8 Ekim'de görüldüğü üzere militanlaştırılıp kendine çekmeye çalışıyor.
Sonuçta her iki yapı da devletin yarattığı, çözümünü ertelediği sorunlar ya da devletin dolduramadığı boşluklar nedeniyle büyüyüp gelişti. Dış güçler de yeri geldiğinde devlete rakip olma iddiasındaki bu iki yapıyı Türkiye aleyhine kullanmaya çalışıyor.
Devleti bu iki yapı üzerinden kuşatma durumu, Öcalan'ın teslimi, Gülen'in alınması ile birlikte 1999 yılından sonra farklı bir aşamaya evrildi. Cemaat, Gülen ABD'ye gittikten sonra yeni atanan polis ve istihbarat imamlarının hummalı çalışmalarıyla devletteki örgütlenmesini hızlandırdı. 2002'de iktidara gelen AK Parti, darbe tehditlerine karşı devlet gemisini tek başına yüzdürmeye başlayacağı 2012'ye kadar paralel yapıyı bir milli güvenlik tehdidi olarak görmedi.
Biri doğrudan devlet kurma amacına, diğer var olan bir devleti ele geçirme stratejisine yönelmiş iki ayrı yapılanmadan daha büyük ve öncelikli tehdit konumundaki PKK'nın siyasal şiddet eylemlerinin sona erdirilmesi için 2009'da ilk çözüm süreci başlatıldı. Ancak bu, yabancı servislerin de müdahil olduğu bir süreçti ve paralel yapının Oslo görüşmelerini sızdırmasından sonra akamete uğradı.
2012'de bu kez tamamen Türkiye Cumhuriyeti devletinin inisiyatifiyle, İmralı'dan başlatılan yeni, yerli bir süreç uygulamaya konuldu.
PENSİLVANYA-KANDİL SARKACI
PKK ve cemaatin üst yönetimleri, 'milli çözüm süreci'ni sona erdirme konusunda yeri geldiğinde ittifak halinde olabiliyor. Bu noktada henüz 6-8 Ekim kalkışmasının vuku bulmadığı 2014 başında sızan Süleyman Hamit Müftigil'in tapelerini de hatırlatmakta yarar var. Gülen Hareketi'yle ilişkisi bilinen Müftigil, telefon görüşmesinde 6-8 Ekim'dekine benzer bir çatışmadan söz ediyor ve Kandil'e karşı Türkiye lehine politikalar güden Öcalan ile Barzani'nin uluslararası güçler tarafından tasfiye edileceğini muştuluyordu!
Eğer çözüm süreci Oslo'da olduğu gibi dış güçlerce yönlendirilseydi belki PKK daha söz dinler olacaktı ve paralel yapı da çözüm masasına oturmuş olsaydı sürecin taşıyıcısı, Türkiye Cumhuriyeti devleti değil, gerektiğinde sürece ABD adına müdahale eden paralel devlet olacaktı.
Yani devlette örgütlenmiş silahsız, ancak askeri terimle bürokratik darbe yapabilme imkân ve kabiliyetine sahip paralel yapı ile tabanı olan ve gerektiğinde iç savaşı körükleme potansiyeline sahip silahlı şiddet örgütü aslında aynı üst akıl tarafından farklı enstrümanlarla yönetilebiliyordu.
Bu üst aklın, yani maestronun gerektiğinde her iki gücü de nasıl Türkiye aleyhine kullanabildiğini savunmak komploculuk değil. Türkiye, maestronun nasıl çalıştığını; ilk çözüm sürecinin başlarındaki KCK tutuklamalarında, 7 Şubat 2012'de çözümün mimarlarından MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı tutuklama girişiminde ve Kobani gerekçeli 6-8 Ekim serhildan provasında gördü.
Bütün bu müdahaleler, Kürt sorununun Pensilvanya ile Kandil arasında Foucault Sarkacı misali sonsuza dek uzayacak biçimde salınması için planlanmış senaryonun parçasıydı. Ama senaryonun gerçekleşme ihtimali, paralel iki doğrunun sonsuzda kesiştiğine dair matematik yasasından hareketle PKK ve Gülenizm'in paralel öyküsünün sonsuzda birleşmesi kadar uzak bir ihtimal. Matematiğe ve akla yakın olan ihtimal, devletin, önünde sonunda bu iki ayrı yapıyı 'paralel', dolayısıyla sistem için birer tehdit olmaktan çıkarması.