Bizim
mahallede Titreme Süreyya adında bir abimiz vardı. İstanbul Üniversitesi'nde felsefe ve edebiyat okuduğunu hatırlıyorum. Ama daha çok tarihe meraklıydı. Hasan Kaçan'ın yazıp oynadığı Ekmek Teknesi adlı dizideki Heredot Cevdet tiplemesine benziyordu. Anlattığı hikayenin en heyecanlı sahnesinde hafiften kekelemeye başlar ve sesi titrerdi. Lakabını da buradan almıştı zaten. Kasımpaşalı olan Kaçan'ın, hemen karşı semt olan Balat'taki Titreme Süreyya'yı tanıdığı ve diziyi yazarken Heredot Cevdet tiplemesini onun etrafında ördüğü söyleniyor. Her neyse. Süreyya Abi, yaz gecelerinde Fener meydanındaki kaldırıma bir sandalye atıp oturunca, biz hop diye yanında biterdik. Bir yerlerden başlardı anlatmaya. Mesela Malkoçoğlu filmleri revaçtaysa, "Biliyorsunuz, oradaki zindan sahneleri, bizim Ayvansaray'daki Anemas Zindanları'nda çekildi" diye söze girerdi. Sonra komutan Anemas'ı anlatırdı. Kış gecelerinde ise Tavşan Yaşar'ın kahvesinin önündeki sundurmanın altında toplanırdık etrafına.
UYGULAMALI TARİH DERSLERİ
Titreme Süreyya zaman zaman bize uygulamalı tarih dersleri de verirdi. Hafta sonları cami, saray, zindan, sarnıç gezmeleri yaptırır, ziyaret edilen yerlerin hikayelerini olay mahallinde naklederdi. Günlerden bir gün Eyüp Sultan'ı ziyarete götürdü bizleri. Adet üzerine her türbenin önünde durup dua etmemiz gerekirdi. Eyüp Sultan/dan dönerken Feshane'nin karşısındaki bir caminin önünde durduk. Gruptan birisi "Aaaa bu cami çok güzelmiş, siz türbeleri gezerken ben hızlıca ikindiyi kılıp yetişirim" dedi. O sırada arkadaşlardan birkaçı da alt avludaki türbeye yönelmiş dua ediyordu. "Hepiniz durun" diye sertçe çıkıştı Süreyya Abi, "Siz dua edenler indirin ellerinizi, camiye girmek isteyenler de dursun ve beni dinlesin. Sözüm bittikten sonra kim neyi istiyorsa onu yapsın" dedi. Ve o acayip hikayeyi anlatmaya başladı. "Biliyorsunuz ki Kanuni büyük sultandı. Aslında sultanlar da biz sıradan insanlar gibiydi. Aralarında savaş meydanlarında düşmanla göğüs göğüse çarpışan cengaverler de vardı, her an öldürüleceğim korkusuyla kafes arkasından çıkmayan korkaklar da. Deli olan da vardı veli olan da. Ama kabul edelim ki Kanuni, Osmanlı'nın ulu sultanlarından biriydi. Lakin her insan gibi onun da kusurları vardı. Evet kudretliydi ama tam olarak adaletli olduğu söylenemezdi. Korkuları azdı ama vehimleri fazlaydı. Ve maalesef dedikoduya kulak asardı. Yükseldiği oranda yalnızlaşmıştı. Hürrem Sultan'a tutku derecesinde varan sevgisi de onun gözünü köreltmişti. Pek bilinmez ama toplam 14 oğlu olmuştu bu sultanın. Ve bu çocukların hepsi başka başka sebeplerle ölmüş ya da öldürülmüştü. Üç de kızı. En çok Mustafa'yı sevmişti, bir de Mehmet'i. Cihangir de gözbebeğiydi. Mustafa hakkında dedikodular çıkınca Mehmet'in eğitimine çok önem vermiş ve bu şehzadesini, kendisinden sonra tahta geçecek evlat olarak yetiştirmeye başlamış. Hürrem Sultan'dan doğan ilk çocuktur Mehmet. Ama ansızın bir hastalığa kapılarak 1543'te ölmüş. Mimar Sinan'a bu oğlu için bir cami yaptırmasını istemiş ve böylece abidelelerimizden biri olan Şehzadebaşı Camii ortaya çıkmış. Bir rivayete göre Kanuni, 40 gün boyunca her gece oğlunun mezarının başına gelip yüzünü toprağa yaslayarak sabahlara kadar ağlamış. Mehmet'in ardından Cihangir'i yedeğine almış. Cihangir de ağabeyi Mustafa'yı çok severmiş. İşte o gün, yani büyük oğlunu çadırda boğduracağı gün, olup biteni görmesi ve devletin başına geçince acımasız olmayı öğrenmesi için Cihangir'i de otağına almış. Mustafa'yı da onun gözlerinin önünde boğdurmuş. Derler ki, Cihangir bu manzarayı gördükten sonra geceleri uyuyamaz olmuş. Ve babasıyla birlikte Halep'e gittiğinde bu şehirde melankoliden ölmüş. Çok ama çok içli bir şehzadeymiş Cihangir. Bir söylentiye göre de, Mustafa'yı baltayla yere yıkıp boğan Zal Mahmut Ağa'nın yüzünü her gün görmekten dolayı delirmeye başlamış, yemeden, içmeden kesilmiş ve veremden ölmüş. Zaten melankoli tek başına öldürmez, mutlaka bir hastalığa yaslanarak götürürmüş insanı.
IRMIZI BALTALI KORKUNÇ ADAM
Evet millet, şu anda bulunduğumuz yer Zal Mahmut Paşa Camii. Biz buraya adımımızı atmayız. Büyüklerimizden öyle gördük. Benim dedem bir gün bana Zal denilen bu adamın hikayesini anlatırken, "Zal ne demektir büyükbaba?" diye sordum; "Zal'ın üç anlamı vardır. Biri pehlivan manasındadır. Zaloğlu Rüstem Destanı'ndaki Rüstem bir pehlivanın oğludur. İkincisi yaşlı adam demektir. Üçüncüsü ise, biraz zorlama gelecek ama zalim kelimesinin kökenidir. Zalim, Zal gibi kötülüklerle dolu insan demektir yani" diye cevap verdi. Zal Mahmut Bostancı ocağında ağaymış. Tam olarak ne ağası olduğunu bilen yok. Bostancıbaşı olduğu da söyleniyor. Sarayların, köşklerin ve surların korunmasından sorumlu olan Bostancıbaşı Ağa'ları aynı zamanda padişahın muhafız alayı komutanı gibiydiler. Bunlar aynı zamanda cellatların da başıymış. Dilsiz cellatlar ondan emir alırlarmış. Bu adamların tamamı çam yarması gibi iri kıyım kapıkullarından seçilirmiş. Omuzlarında her daim kocaman kırmızı bir balta asılı olurmuş. Zal Mahmut Ağa, Mustafa'yı boğduktan sonra Kanuni'nin tarafından paşa yapılmış ve vezir olmuş. Yani bütün kariyerini ve zenginliğini o korkunç cinayet sayesinde yapmış. Fakat bu olaydan sonra çarşılarda dolaşırken, insanlar bu adamın yüzünü görmemek için arkasını döner olmuş. Artık insan içine çıkmamaya başlamış. Hayatı saraydan geçmiş. Biti biraz daha kanlanınca Mimar Sinan'dan kendi adına bir külliye yapmasını istemiş.
MUSTAFA'YI BOĞDUKTAN SONRA
Mustafa'yı çok seven Mimar Sinan da bu adamı birkaç yıl oyalamış. O sırada Kanuni ölmüş. Mimar başı rahatlamış. 'Ohh kurtuldum! Bunu şimdi saraydan atarlar, ben de ellerimi kirletmemiş olurum' demiş eşine dostuna. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Çünkü zalimler her devrin adamıdır. Tahta çıkması için kardeşi Şehzade Beyazıt'a karşı II. Selim'e destek olmuş Zal Paşa. Sarhoş Selim de padişah olunca paşanın kariyerini daha bir yükseltmiş. Zal bir gün Sinan'a, "Elinde şu anda bi iş olmadığını biliyorum. Bizim işimizi de aradan çıkar artık" diye talepte bulunmuş. Neticede Sinan bir ağa, o ise koca bir paşa. 'Peki' deyip boynunu bükmüş. İşte bahçesinde bulunduğumuz bu bu cami, 1577 yılında böylece ortaya çıkmış. Açılış duasına katılması için babasını davet etmiş Zal Mahmut. Ama yaşlı adam, 'Sen ki Mustafa'nın katilisin, o caminin kapısından adımımı atmam. Dilerim ki camin olsun ama cemaatin asla olmasın' diye beddua etmiş. Bir Cuma günü yapılacakmış açılış duası. Şerbetçiler, kaymakçılar, macuncular getirtmiş İstanbul'un dört bir yanından. Cambazlar tutmuş ve hokkabazlar gelmiş. Ama o gün duaya tek bir Allah'ın kulu bile gelmemiş. Yani bu zalimin camisi olmuş ama cemaati asla olmamış. Türbede eşi ve bir kızıyla yatmakta. Asırlar geçtikçe bu zalimin yalnızlığı daha fazla artmakta... Bize küçükken yasaktı bu camiden girmek. Türbenin önünde durup dua ettiğimizde 'İndirin ellerinizi' derlerdi büyüklerimiz, 'sadece kabrin yanından geçerken, Allah'tan bu mendeburun taksiratını affetmesini isteyin.' Şimdi diyeceksiniz ki, 'Hal böyleyken niye getirdin bizi buraya?' Sadece Sinan'ın bir eserini daha görmenizi istediğim için. Sadece Mimar Sinan'ın yüzü suyu hürmetine buradayız yani. Şimdi dua etmek isteyen varsa buyursun etsin. Camiye girmek isteyen varsa da yollar açık. Kimsenin avuçları gök kubbeye açılmadığına, hiçbir kulun ayağı camiye yönelmediğine göre, bu zalimi kendi yalnızlığına terk edelim ve yeniden yola koyulalım. Bir ara hep birlikte 'Cellat Mezarlığı'na gidelim de toplu yalnızlık dediğimiz vaziyetin ne kadar karanlık ve bitimsiz olduğunu daha iyi anlayalım olur mu?"