100-Chungking Ekspresi - Chung Hing sam lam (1994) Yönetmen: Wong Kar Wai Oyuncular: Brigitte Lin, Takeshi Kaneshiro, Faye Wong, Tony Leung Wong Kar Wai ile, defalarca birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Christopher Doyle, görsel açıdan başdöndürücü bir iş çıkarıyorlar; hem mecâzen hem de zaman zaman kelime anlamıyla… Farklı film hızları kullanarak, kameralarını sürekli hareketli tutarak, kareleri capcanlı renklerle bezeyerek, kentten çarpıcı ve her biri kendi karakterlerine sahip mekânlara yer vererek, Hong Kong’tan nefes kesici bir sinemasal dünya yaratıyorlar. Hem melankolik, hem umut dolu, yarı-fütürist ama geleceği belirsiz bir dünya bu. İçinde hem ‘Blade Runner’ var hem de Fransız Yeni Dalgası’nın Paris’i. Caz gibi, hem geleneklerden yola çıkmayı seven hem de serbest ve çağrışımcı bir sinema.” Sinema Kasım 2007 / Sayfa 88 –Kutlukhan Kutlu 15. yılını kutlayan Sinema dergisi, yayın hayatı boyunca çekilmiş en iyi 100 filmi seçti. Bu seçki, son 15 yılın sinemasına ışık tutan ve bu dönemde öne çıkan eğilimleri özetleyen bir nitelik taşıyor. İşte söz konusu filmler: 99-Saklı - Caché (2005) Yönetmen: Michael Haneke Oyuncular: Daniel Auteuil, Juliette Binoche Aslında ‘Saklı’, Haneke’nin şu ana kadarki filmlerinin hemen hepsinde yaptıklarının, özellikle de bir üçleme oluşturan ‘Yedinci Kıta’, ‘Benny’nin Videosu’ ve ‘Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası’nda ele aldığı temaların bir nevi yeniden elden geçirilmiş hâli. Laurent ailesinin evinin girişini gösteren bir kamera görüntüsünden oluşan açılış planıyla beraber aklımız ‘Benny’nin Videosu’ndan ‘Ölümcül Oyunlar’a pek çok Haneke filmine gidiyor. ‘Saklı’da tipik bir kentsoylu ailenin hayatının, evlerine gönderilen video kasetlerle sarsılışını izlerken, Haneke’nin önceki filmlerinden öğrendiğimiz şu cümle tekrar kafamızda yankılanmaya başlıyor: ‘Ayakta kalmak ve kendinizi korumak için kurduğunuz sistem bir gün sizi de yutacak.’ (...) Laurent’lar gözlerini kapayıp uyumayı tercih ediyor ve gerçeklerle yüzleşmeyi ancak rüyalarında beceriyor olabilirler ama ‘Saklı’nın pek çok insanın gözünü açma, üzerine konuşulması ve yazılması gereken konuları bir kez daha gündeme getirme gücü var. Başka bir deyişle, Haneke’nin yeni filmi sadece yönetmenin filmografisindeki en iyi işlerden birisi değil, uzun süre seyircinin ve eleştirmenlerin zihnini meşgul edecek, hakkında uzun uzadıya tartışılacak bir başyapıt.” Sinema Şubat 2006 / Sayfa 23 –Engin Ertan 98-Sonbahar - (2008) Yönetmen: Özcan Alper Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze Sonbahar’da farklı kişiler, öyküler, temalar karşımıza çıkıp dursa da her köşe başında yüzünü gösteren, her bakışın veya sözün altına sinen bir tek şey var, o da ölüm. İnsanların ölümü, düşüncelerin ölümü, rüyaların ölümü, ülkelerin ölümü, çocukluğun ölümü… Asıl çarpıcı olan ise filmin buna rağmen karanlık bir film olmaması. Bunun iki nedeni var. Birincisi Alper’in dünya görüşünde gizli: ‘Batı nihilizmiyle Rus nihilizmini birbirinden çok farklı görüyorum. Batı nihilizminde çıkış yoktur, kayboluş vardır. Rus nihilizminde ise insana dair bitmeyen bir inanç vardır.’ (...) İkinci sebebi ise ‘Sonbahar’ın son derece ölçülü bir film olması. Siyasetten bahsederken slogan atmayan, ölümden bahsederken ağlamayan, yalnızlıktan bahsederken umutsuzluğa kapılmayan bir film bu. ‘Ya öyle ya böyle’ keskinliğinden uzak duran, ‘hem öyle hem böyle’ deyip farklı duruşlara, ‘öyle ama böyle’ deyip soru işaretlerine kapı aralayan bir film. Hem gerçekçi hem düş peşinde. Hem yaşlı hem çocuk. Hem çaresiz hem ümitli. Karanlık olmadan hüzünlü. Yenilmeden yorgun.” Sinema Aralık 2008 / Sayfa 56 –Uygar Şirin 97-Son Umut - Children of Men (2006) Yönetmen: Alfonso Cuaro´n Oyuncular: Clice Owen, Julianne Moore Sahile yaklaşıp da giderek daha çok sefaletin, daha çok şiddetin, daha çok tozun, dumanın, patlama ve silah sesinin içine girdiğimizde, Alfonso Cuaro´n’un kamerası Ridley Scott’ın ‘Kara Şahin Düştü/Black Hawk Down’ ya da Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak/Saving Private Ryan’ını hatırlatan bir dinamizm kazanıyor. Yer yer sarsıcı ve başdöndürücü olmakla birlikte, tüm patlamalarına rağmen hayli insan odaklı olan filmden seyirciyi biraz koparma riski taşıyan bir tercih bu. Ne kadar hareketli olsa da üzerine kan sıçrayana kadar, ‘kamera’nın farkında olmuyorsunuz. Kan epey yadırgatıcı bir etki yapıyor –seyirciyi bir anda öyküden alıp savaş haberi izliyor ruh haline taşıdığı için de bizi doğruca günümüze bağlıyor. Ancak Cuaro´n’un, muhtemelen istemli bu küçük ‘yadırgatma seansı’ dışında, kamerası ne kadar hareketli olsa da odağını hep karakterlerin üzerinde tutmayı başardığı, manzarayı insan üzerinden tanımladığı söylenebilir. ‘Son Umut’u sadece ‘gelecekte geçen bir kovalamaca filmi’ değil de etkileyici bir distopya yapan şeyler de Cuaron’un bu tür tercihleri zaten.” Sinema Ocak 2007 / Sayfa 18 –Kutlukhan Kutlu 96-Dogville -(2003) Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Nicole Kidman, Paul Bettany Trier’in tavrında insan nefreti veya yargılama yok. Dogme95 hareketiyle sinemanın özünü yakalamaya çalıştığını söyleyen yönetmenin, insanlığın özünü yakalamaya çalışması ve gördüklerini göstermeye çalışması bu. Kendi dahil herkese yöneltilmiş olan alaycı tavrı ise böylesine zor bir konuyu mesafeli ve daha az acıtacak bir şekilde ele almanın bir yolu. Güç, iktidar, kibir, insan doğası hakkında konuşurken kendisini de bunların dışında bırakmıyor. Kendisi gibi yazar olan Tom’a, Grace’in kasabalılarla yaşadıklarının bir oyun olduğunu söyletiyor. Trier’e göre de ‘Dogville’, kendisinin de bir parçası olduğu, yeni kuralları olan bir sinema oyunu. Dekorun, dolayısıyla duvarların ve sınırların olmadığı, hikâyenin bir tiyatro sahnesinde geliştiği bu filmde, oyunun fikir babası olarak Trier, gördüklerine ayna tutma ayrıcalığına sahip bir figür. Sinemasını tüm kandırmacalardan ve fazlalıklardan arındırma isteği sürecinde de böyle bir yabancılaştırma unsurunu kullanmayı deniyor. Böylece karakterler ve hikâye ön plana çıkıyor; Trier dekorsuz da sürükleyici bir film ve unutulmaz karakterler yaratılabileceğini gösteriyor.” Sinema Ocak 2004 / Sayfa 16 –Burcu Aykar Şirin 95-Dönüş - Vozvrashcheniye (2003) Yönetmen: Andrei Zvyagintsev Oyuncular: Vladimir Garin, Ivan Dobronravov, Konstantin Lavronenko Niçin görmeliydiniz: Yer yer Tarkovski’nin ruhunu çağıran meditatif sineması için. Özellikle büyüleyici görüntü yönetimiyle akıllara kazınan ‘Dönüş’, Altın Aslan ödülünü kazandığı 2003 yılındaki Venedik Film Festivali’nden bu yana tüm dünyada ses getirmekteydi. İki yıl önce, İstanbul Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından geçtiğimiz yıl başında ülkemizde geniş gösterime giren film, burada da büyük beğeniyle karşılandı. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) tarafından geçtiğimiz sezonun en iyi yabancı filmi seçildi. 4 yıl sonra yapılacak 10 yıllık seçkilerde de adına rastlarsanız şaşırmayın.” Sinema Şubat 2006 / Sayfa 97 94-Köstebek - The Insider (1999) Yönetmen: Michael Mann Oyuncular: Al Pacino, Russell Crowe, Christopher Plummer Onur, sadakat, dürüstlük ve aile gibi kavramlar Michael Mann için önemli. Bugüne kadarki bir avuç filminde bu temaların bir kısmına doğrudan, bir kısmına ise dolaylı bir biçimde değindi. ‘Köstebek’te de Mann’in genelde öyküsünü anlatırken incelemeyi sevdiği bu temaları bulmak mümkün. Ama bir noktayı gözden kaçırmamak gerek: Masaya yatırdığı bu temalar konusunda kesin yargılar bildirmekten hoşlanmıyor Mann. Olabildiğince nesnel betimliyor her şeyi, ki izleyici kendi sentezine ulaşsın. (...) Henüz yalnızca bir elin parmakları kadar sinema filmine imza atmış olan Michael Mann, Hollywood’un en iyi yönetmenleri arasına adını yazdırma yolunda her filmiyle bir engeli daha aşıyor. ‘Köstebek’ ise onun en iyilerinden biri.” Sinema Nisan 2000 / Sayfa 22 –Burçin S. Yalçın 93-Duvara Karşı - Gegen die Wand (2004) Yönetmen: Fatih Akın Oyuncular: Birol Ünel, Sibel Kekilli, Meltem Cumbul Festivalin yarışma bölümüne Almanya adına katılan iki filmden birisi olan ‘Duvara Karşı’, Berlinale’nin en büyük ilgi odaklarındandı. Filmin basın için yapılan ilk gösteriminden başlayarak büyüyen hayranlık dalgası, ödül gecesi Fatih Akın’ın elinde Altın Ayı heykeliyle gazetecilere poz vermesiyle son buldu. Genç yönetmen sadece istediği gibi bir film çekmekle kalmamış, en inandığı, en güvendiği filmiyle takdir toplamayı ve son derece önemli bir ödül kazanmayı da becermişti. İzleyen hemen herkesin memnun kaldığı ‘Duvara Karşı’nın en büyük kozlarından birisi hikâyesi. Aslında en basit hâliyle melodram da diyebiliriz ‘Duvara Karşı’ için. Ancak bu tanımın başına ‘ağdalı’ gibi bir sıfat eklemek yanlış olur. Daha ziyade, amiyane tabirle ‘harbi bir film’ karşımızdaki. Yönetmenin, anlattığı hikâyeye gerçekten inanması ve samimiyeti, filmdeki acıları daha da keskin hâle getiriyor ve karakterlerin vücutlarına attıkları kesikler izleyicinin yüreğine işliyor âdeta.” Sinema Mart 2004 / Sayfa 52 –Engin Ertan 92-Düşüş - The Fall (2006) Yönetmen: Tarsem Singh Oyuncular: Catinca Untaru, Lee Pace, Justine Wadde Yönettiği video klipler ve reklam filmleriyle büyük bir ün kazanan, 2000 yapımı ilk uzun metraj filmi “Hücre” ile farklı tepkiler çeken Tarsem Singh, altı yıllık bir aradan sonra “Düşüş” ile sinemaya dönmüştü. Sakatlanan bir dublör (Lee Pace) ve yattığı hastanede tanıştığı küçük bir kız çocuğun (Catinca Untaru) dostluğu üzerine şekillenen, hikâye anlatmanın doğası üzerine bu masalsı film, 4 yıl boyunca yirminin üzerinde farklı ülkede çekilmişti. ABD’de ancak 2008 yılında gösterime girdiğinde pek parlak bir gişe hasılatı elde edemeyen “Düşüş”, Türkiye dâhil pek çok ülkede vizyon şansı da yakalayamamıştı. Fakat gösterildiği festivallerde ve DVD baskısı aracılığıyla kendisine azımsanmayacak bir hayran kitlesi edindi. Örneğin İstanbul Uluslararası Film Festivali’ndeki gösterimi ertesinde Beyoğlu Emek sinemasında alkışların koptuğu hâlâ aklımızda. 91-Kayıp Otoban - Lost Highway (1997) Yönetmen: David Lynch Oyuncular: Patricia Arquette, Bill Pulman Lynch, finalde tekrar başa dönüyor ama filmin hikâyesini kasten boşlukta bırakıyor. Ayrıca kendi adıma bütün ipuçlarını takip ettiğimde çıktığım yer derin ve karanlık bir boşluktan başka bir şey değil. Şöyle de diyebiliriz: Baştan sona bir rüya olmaya çalışan bir film. Ya da resimde değişik öğeleri tek bir çerçevenin içinde toplayarak anlamı bir çeşit kurguyla yaratmaya çalışan ressamlar gibi David Lynch’in de filmin bütün karelerini tek bir tablonun parçaları gibi tasarlayıp çektiğini… Dolayısıyla ‘Kayıp Otoban’, Lynch’in hem rüyanın hem de resmin mantığını filmsel anlatıma çok iyi uyarladığının bir kanıtı. Buradan bakıldığında Lynch’in günümüz sinemasındaki yenilikçi yönetmenler arasındaki yeri daha da netleşiyor. ‘Kayıp Otoban’ da sinema anlatımını yenileyen, geleceğin sinemasındaki potansiyel eğilimleri haber veren bir film.” Sinema Aralık 1997 / Sayfa 32 –Mehmet Açar 90-Son Samuray - The Last Samurai (2004) Yönetmen: Edward Zwick Oyuncular: Tom Cruise, Ken Watanabe Zafer/Glory” ve “Ateş Altında Cesaret/Courage Under Fire”te savaş ve cesaret ilişkisini irdeleyen Edward Zwick “Son Samuray/The Last Samurai”da da yine benzer bir konuyu ele alıyor. Ancak bu seferki durağı samurayların mistik diyarı, yani Japon tarihi... 1870'lerde Amerikan ordusundan alkolik bir yüzbaşının Japon ordusunu eğitmek üzere ülkeye gelişiyle başlayan film, Amerikalı askerin burada geleneksel samuray kültürüyle tanışıp hem yabancılarla hem de kendisiyle barışmasını anlatıyor. Modernleşme ve geleneksellik, yani Doğu ile Batı değerleri arasındaki tezattan beslenen yapım, ‘silah icat oldu, mertlik bozuldu’ düsturunda ilerleyip, modası geçmek üzere olan samuray yaşantısını kutsarken, bir yandan da her ‘Beyaz Adam’ın kötü olmadığını, hatta yeri geldiğinde ait ve sahip olmadığı şeyler için savaşmaktan kaçınmayacağının altını çiziyor. Filmin tahmin edilir ve klişelerle süslü finalini saymazsak, Kurosawa’ya öykünen savaş sahneleri, göz alıcı kostümleri ve Hans Zimmer’in müzikleri “Son Samuray”ın ön plana çıkan özellikleri. Tom Cruise’un varlığından güç alır gibi görünen filmin asıl ağır topu ise samurayların komutanı Katsumoto rolündeki vakur duruşuyla Ken Watanabe. 89-Harry Potter ve Azkaban Tutsağı - Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004) Yönetmen: Alfonso Cuaro´n Oyuncular: Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Emma Watson Columbus, görsel olarak ilk iki kitabın hakkını vermiş sayılabilir (ana karakterlerden bazılarının castingi hep tartışma konusu olarak kalacak) ama, onun filmleri gerçek bir filmden çok, özel efektlerle desteklenmiş, beyazperdeye aktarılmış ‘okumalar’a benziyordu. Harry’nin başına gelen her şeyi filme sığdırma gayretiyle, olaylar nefes almaya fırsat bırakmadan birbirini izlemiş, işin duygusal yanı, kitabın altmetni hayli havada kalmıştı. Cuaro´n ise, özel efektlerle aksiyonu biraz geri plana itip, karakterlerin duygusal dünyası üzerinde durmuş. Tabii bu konuda Columbus’tan daha avantajlı, çünkü kahramanlar büyüdükçe duygusal dünyaları da zenginleşiyor. Ayrıca Harry ile birlikte Potter seyircilerinin yaş ortalaması da gittikçe yükseldiği için, serinin daha karanlık yanlarının filmlere dâhil edilmesi de kolaylaşıyor.” Sinema Temmuz 2004 / Sayfa 16 –Sevin Okyay 88-Üç Maymun - (2008) Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar, Ercan Kesal Her bir plan popüler sinema izleyicilerinin alışık olduğundan epeyce uzun duruyor perdede. Repliklerin kendileri kadar o repliklere nasıl varıldığına, eylemlerin kendileri kadar o eylemler arasındaki tereddütlere de önem veren bir anlatım tarzı bu. Alışıldık hazırcevap alışverişler gidiyor, onların yerine iç dünyalarıyla boğuşan insanların sadece söyledikleri şeylerle değil hissettirdikleri şeylerle de yürüyen bir imalar dünyası geliyor. Her aşamada tam olarak onaylamadıkları ama işlerine gelen kararlar veren ‘Üç Maymun’ karakterlerinin baştan sona bir duygusal hazım problemi yaşadıkları söylenebilir; Nuri Bilge Ceylan’ın telaşsız gözlemciliği de bu hazım problemini çarpıcı bir şekilde sinemasallaştırıyor.” Sinema Kasım 2008 / Sayfa 26 –Kutlukhan Kutlu 87-Konuş Onunla - Hable con Ella (2002) Yönetmen: Pedro Almodóvar Oyuncular: Javier Cámara, Leonor Watling, Rosario Flores Almodóvar’ın yeni filmi ‘Konuş Onunla’, -önceki filmleri- ‘Çıplak Ten/Carne trémula’ ve ‘Annem Hakkında Her Şey/Todo sobre mi madre’nin izinden gidiyor. Yönetmenin sinemasından alışık olduğumuz kimi temaları bu filmde de görmek mümkün. Aralarında ilk dikkat çekeniyse sıra dışı, saplantılı bir aşk hikâyesi. Ancak yönetmen bu filminde mizaha neredeyse hiç yer vermiyor. Melodrama yakın duran öyküsünü fazla sulandırmadan anlatmayı tercih ediyor. Filmin dramatik yapısı da önceki filmlerine oranla daha karmaşık. Almodóvar, hikâyesini karakterlerin bir araya geldiği anlarda parçalara ayırıyor ve zamanda ileri-geri gitmekten çekinmiyor. Hatta ‘Konuş Onunla’ için, Almodóvar’ın olgunluk döneminin yönetmenlik sanatı açısından en iddialı ve en zorlayıcı filmi diyebiliriz. Eski hayranları mizahın eksikliğinden yakınacak olsa bile, karşımızdaki yönetmenin ustalıkla kotardığı, son derece etkileyici bir film.” Sinema Kasım 2002 / Sayfa 67 –Engin Ertan 86-Batman Başlıyor - Batman Begins (2005) Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Michael Caine, Katie Holmes En başarılı Batman uyarlamaları sayılan Tim Burton filmlerinin izinden giderek çizgi romanın Frank Miller’ın etkisiyle daha karanlık ve sert bir havaya bürüdüğü dönemini temel alan Christopher Nolan, Batman’i her zamankinden gerçekçi ve karakter merkezli bir yaklaşımla perdeye yansıtmak iddiasını taşıyor. Hikâyenin hiçbir noktasında seyircinin bir şeyleri önceden bildiğini farz ederek hareket etmemiş ve Kara Şövalye’nin üstün yeteneklerinden tutun da giydiği kostüme kadar her şeye mantık sınırlarını zorlamayan, gerçekçi bir açıklama getirmeye çalışmış. İnandırıcılıktan ve derinlikten çok maceranın boyutlarını önemseyen diğer süperkahraman filmlerinin aksine bu kez her şeyin bir sebebi var.” Sinema Haziran 2005 / Sayfa 42 –Senem Erdine İşmen 85-Üç Renk: Kırmızı - Trois Couleurs: Rouge (1994) Yönetmen: Krzysztof Kieslowski Oyuncular: Irène Jacob, Jean-Louis Trintignant Üç Renk üçlemesinin son filmi olan ‘Kırmızı’yı kardeşlik ilkesi üzerine kurmuştu Kieslowski. Onun kardeşlikten kastı, kelimenin genel anlamından biraz farklıydı. Bugün bizim için önemli olan bütün insanların bazı tesadüflerle hayatımıza girmiş olduklarını söylüyordu. Öyleyse henüz tanımadığımız herkes, yaşamımızın bir parçası olmaya adaydı. Ve bu durum tüm insanları görünmez bir kardeşlik bağıyla bağlıyordu. Filmin başkahramanı Valentine, arabasıyla çarptığı köpeğin sahibini ararken tanışıyordu emekli yargıç Kern ile. İnsanlarla diyalogunu büyük ölçüde kesmiş olan yaşlı adamın tek meşgalesi komşularının telefon konuşmalarını dinlemek, mahremiyet sınırlarını aşarak bir anlamda ‘Tanrı’yı oynamaktı. Kaldı ki, meslek hayatı boyunca insanların hayatlarını yönlendiren kararlar vermiş, kimilerinde son derece kişisel davranmış, kendisini görevinin de üstünde görmüştü. Valentine’in naif kişiliğinden çok etkilenen Kern, telsizini kapatıp kendini ihbar edecek, ‘Tanrı’ olmanın yorucu sorumluluğundan bir rastlantı eseri tanıştığı genç kız sayesinde kurtulacaktı. (...) Duygusal açılımlar ve kişilik tahlilleri açısından da üçlemenin en güçlü filmi ‘Kırmızı’, iletişimsizlik, yalnızlık, riyakârlık, sevgi açlığı ve bencillik üzerine de düşünmeye çağırıyordu seyircisini. Kern’in hayatlarına tanıklık ettiği hemen herkes büyük yalanlar üzerine kurmuştu yaşamını ve çoğunun bundan haberi bile yoktu.” Sinema Haziran 2006 / Sayfa109 –Pınar Tınaz 84-Kader - (2006) Yönetmen: Zeki Demirkubuz Oyuncular: Ufuk Bayraktar, Vildan Atasever Bir filmi çekerken ‘Ben bunu niye çekiyorum’ diye çok fazla düşünmem ve bu işi sezgilerime, coşkularıma bırakırım. Biraz da bunu maddi manevi koşullara bırakırım. Film bittikten sonra ise hep beraber izleyiciyle birlikte ben de düşünürüm. Şimdi de aslında küçük bir üçkağıtçılık yapıyorum ve siz sorduğunuz için düşünüyorum bu konu üzerine. Evet, insanın kötülüğüne, akıl dışılığına ilgi duyan biriyim. Çünkü insanın iyiliğinde ve aklî oluşunda benim için anlaşılabilir bir şey yok. Genel olarak filmlerimin çoğunda vardır. Karakterler hep akıl dışıdır... Hep bir imkânsızın peşinde koşma duygusu vardır, kendi kendini yok etme, kendi zararına olduğu halde bir şeyi isteme vardır. ‘Kader’ de tüm bunlara olan ilgimi anlatabileceğim en sert hikâyelerden biri. Galiba bu konuyu ele alma amacım bu. Ama film yapmak benim için neden ve sonuçla ilgili bir mesele değil. Ben bunu seviyorum, yani film yapmayı... Bunun benim için çok özel bir yanı var. Hiç kimsenin anlamadığı hiç kimsenin sezmediği bir yanı var.” Zeki Demurkubuz Sinema Kasım 2006 / Sayfa 54 -Röportaj: Murat Emir Eren, Senem Erdine İşmen 83-Gözü Tamamen Kapalı - Eyes Wide Shut (1999) Yönetmen: Stanley Kubrick Oyuncular: Nicole Kidman, Tom Cruise Stanley Kubrick’in ölmeden önce çektiği son filmi nihayet gösterimde… Daha çekimleri başlamadan bir efsane olan film, New Yorklu bir burjuva çiftinden yola çıkarak cinsellik üzerine odaklanıyor… Warner Bros.’un cinsel saplantı üzerine psikolojik bir gerilim olarak nitelendirdiği ve şirket yetkilileri tarafından, Amerika’da vizyona çıktığı güne kadar, yalnızca iki başrol oyuncusuna, Tom Cruise ve Nicole Kidman’a gösterilmiş olan film, sinemanın şimdiye kadar en çok merak uyandıran macerası oldu. Koca stüdyonun koca koca yöneticileri, en ünlü film eleştirmenleri, Cruise ve Kidman’ın dışındaki tüm oyuncular ve hatta –şaka değilbu ikisi için gerçekleştirilen gösterimin makinisti bile filmi görebilmek için vizyonu beklemek durumunda kaldı. Ne var ki filmi vakitsizce (!) gören birileri vardı yine de: MPAA, yani endüstri sansür kurulu! Onlar filmi gördüler ve hiç çekinmeden NC-17 (17 yaşından küçükler izleyemez) sınıflandırması ile taçlandırdılar. Bu, yaklaşık olarak 65 milyon dolara mal olmuş film için bir kabus, olası bir gişe hezimeti demekti. Bununla birlikte Stanley Kubrick’in, bizzat yürüteceği kurgu aşamasının ardından ortaya çıkacak nihai kurguya hiçbir gerekçeyle dokunulamayacağına, filmin ancak ve ancak o hâliyle seyirciye sunulabileceğine ilişkin bir şartı vardı. Warner Bros. yetkilileri bütün endişelerine rağmen Kubrick’in çok önem verdiği bu şarta riayet etmek zorunda olduklarını pekâlâ biliyorlardı.” Sinema Ekim 1999 / Sayfa 52 82-Buz Devri - Ice Age (2003) Yönetmen: Chris Wedge ve Carlos Saldanha. Seslendirenler: Ray Romano, John Leguizamo, Denis Leary Sadece çocuklara değil yetişkinlere de hitap eden, ustaca tasarlanmış, yeni animasyon harikalarından biriyle karşı karşıyayız: ‘Buz Devri’. Batı’da büyük ilgi gören ve gişede çok başarılı olan film, animasyon tekniğine getirdiği yeniliklerle de dikkat çekiyor. Animasyon filmlerde beceriksiz oyunculukla ilgili sorunlar yaşanabileceğini ‘Final Fantasy’ gibi örneklerden biliyoruz. Sadece seslendirme değil yüz mimikleri açısından da sınıfta kalan, Dolph Lundgren muadili oyuncular gördük. ‘Buz Devri’ bu açıdan epeyce zor bir işe girişiyor; hayvanlarla çalışıyor. İki ayağı üzerinde yürüyen Sid karakterini ve pek şahane bir vücut dili tutturmuş Diego karakterini bir tarafa bırakalım, ama kocaman burnu yüzünden ağzı görünmeyen, dolayısıyla mimik potansiyeli yarıya düşen, vücut dili namına aheste beste yürümekten başka hiçbir potansiyel içermeyen devasa bir mamuttan, yani Manfred’den çıkarılan performansa ne demeli? Sadece bakışlarıyla oynayan Manfred’in hakkını Chris Wedge’e vermek gerekir. Filmdeki oyunculuğun bu açıdan birinci sınıf olduğunu belirtmeliyiz.” Sinema Şubat 2003 / Sayfa 64 –Ferhat Neptün 81-Not Defteri - The Notebook (2004) Yönetmen: Nick Cassavetes Oyuncular: Ryan Gosling, Rachel McAdams, Gena Rowlands Ünlü Amerikalı yazar Nicholas Charles Sparks’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Not Defteri”, iflah olmaz aşk filmi tutkunlarının yeni nesil “Aşk Hikâyesi”… Rivayete göre Sparks’ın eşinin dedesi ve büyükannesinin arasındaki aşk, bu romana esin kaynağı olmuş. Yıllar içinde yazarın bestseller olmuş üç romanı (Message in a Bottle, A Walk to Remember, Nights in Rodanthe) daha sinemaya uyarlandı ancak hiçbiri “Not Defteri” etkisi yaratamadı. Klasik Yeşilçam melodramlarını aratmayan “Not Defteri”; çevrenin, koşulların ve zamanın karşılarına çıkardığı tüm engellere direnen zengin kız ile fakir çocuğun aşkını konu almakta. Ryan Gosling ile Rachel McAdams arasındaki güçlü kimyadan destek alan yapım, beyazperdede katıksız bir aşk masalına dönüştü. İzleyiciyi kâh hastane odasında ağlattı, kâh lunaparkta yeşermiş ilk aşkını hatırlatıp tebessüm ettirdi. En çok da “her zaman, her yerde, her koşulda tek vazgeçilmez şey aşktır” diyerek aşkı arayan ama bulamayan, bulup da kaybeden ya da bulmaktan ümidi kesenleri, masallarda yaşanabilecek büyülü bir sevda öyküsüyle teselli etti. 80-Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi - Sweeney Todd: The Demon Barber of the Fleet Street (2008) Yönetmen: Tim Burton Oyuncular: Johnny Depp, Helena Bonham Carter, Alan Rickman Karındeşen Jack’in rakibi, İngiliz edebiyatının ucuz macera romanlarının unutulmaz karakteri Sweeney Todd, Tim Burton tarafından, Broadway müzikalinden yola çıkılarak beyazperdeye uyarlandı… Film üzerine varılan ortak görüş, dönemin İngilteresi’ni başarıyla anlatan setleriyle ve siyah-beyaz tonlarının hâkimiyetindeki sadece kan kırmızısıyla renklenen genel atmosferiyle, Burton’ın madalyonun karanlık yüzüne olan ilgisini son derece başarıyla yansıtıyor olması. Cinayetleri bol kanlı bir gösteriye dönüştürmekten çekinmeyen yönetmenin en büyük kozlarının oyuncuları Johnny Depp ve Helena Bonham Carter olduğuna şüphe yok. Her zamanki Burton estetiğinin seyirci üzerinde hipnotik bir etki yarattığından bahseden eleştirmenler, bu yılın en iyi on filmi arasına şimdiden ‘Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi’ni yerleştirmiş durumdalar. Filmin Burton hayranları için büyük bir şölen olacağı kesin. Eşinin elinden yiyeceğimiz börekler de cabası!” Sinema Şubat 2008 / Sayfa 42 –Ebru Çeliktuğ 79-Fargo (1996) Yönetmen: Joel ve Ethan Coen. Oyuncular: Steve Buscemi, Peter Stormare, Frances McDormand, William H. Macy 'Fargo', yan yana varolan iki ayrı görsel dünyadan oluşuyor. Karla kaplı, donuk, soluk bir gökyüzünün altında uzanan bembeyaz düzlükler ve kasvetli, loş iç mekânlar… Her iki dünya da aşağı yukarı aynı şeylerin altını çiziyor: Can sıkıntısı, boşluk ve tekdüzelik… Hikâye ise hiç tekdüze değil. Tam tersine gayet akıcı. Fakat bütün bu akıcılığa rağmen ‘gündelik hayatın bayağılığı’ diye kısaca özetleyebileceğim bir durum var ki, bu, filmin her yerinden sızıyor ve ‘Fargo’ya asıl kimliğini, temel özelliğini kazandırıyor: Depresif bir kış mevsiminde cinnete ve şiddete doğru sapan sıradan insanlar… Ve finalde bir hiç uğruna ölen onca insana, yıkılan bir aileye, hiç kimsenin işine yaramayan, karlar altındaki o yüz binlerce dolara ve filmin tümüne sinmiş o ironiye, kara mizaha rağmen, hayatın olanca yeknesaklığıyla akıp gitmesi gerçekten insanın tüylerini ürpertiyor. O noktada Coen’lerin bir ‘suç filmi’ kisvesi altında ‘gündelik hayatın içinde saklanmış melankoli, şiddet ve sıradanlık’ üzerine ironik bir zihin jimnastiği yaptığı ihtimali daha da kuvvetleniyor.” Sinema Kasım 1996 / Sayfa 28 –Mehmet Açar 78-Babil - Babel (2006) Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Cate Blanchett, Brad Pitt, Gael García Bernal Babil’in, adının da gösterdiği gibi, çok net bir merkezi teması var: İletişimsizlik. Semalara ulaşmak isteyen insanoğlunun Tanrı tarafından dili dolaştırılarak cezalandırılışının ve bunun sonucunda lisanlarının doğuşunun öyküsüne gönderme yapan ‘Babil’ ismi, filmin üç ayrı kıtada ve dört ayrı dilde geçen dört parçası için bir tür şemsiye oluşturuyor. Filmde, dil farkı, insanlar arasındaki iletişimin önündeki ilk gözle görülür engeli teşkil ediyor etmesine ama ‘Babil’in asıl derdi bu gibi görünmüyor. Aynı dili konuşup anlaşamayan karakterleriyle de ifade edildiği üzere, insan deneyiminin, genelde ‘evrensel’ tanımlaması uygun görülen niteliklerine rağmen, insanların birbirlerinin meramlarını anlamak konusundaki arızaları asıl mesele. ‘Babil’in ortaya koyduğu manzaradaki temel ironi şu: Enformasyon zengini bu yeni dünyada ‘anlayış’ değil ‘iletim’ hızlanıyor sadece; bu da en az ‘anlaşmayı’ olduğu kadar anlaşmazlıkları da hızlandırıyor.” Sinema Aralık 2006 / Sayfa 28 –Kutlukhan Kutlu 77-Vol-i - Wall-E (2008) Yönetmen: Andrew Stanton Seslendirenler: Ben Burtt, Elissa Knight, Jeff Garlin Vol-İ’ pek çok açıdan cesur bir animasyon. Öncelikle öykünün kahramanı uzun yıllar çöp toplamaktan artık paslanmış, modası geçmiş ve eski teknoloji ürünü bir robot! Dev çöp kulelerinin yükseldiği iç karartıcı bir kıyamet sonrası dünya manzarası, filmin fonunu oluşturuyor. Ve en önemlisi de filmin ilk yarım saati diyalogsuz geçiyor. Vol-İ’nin günlük yaşamından kesitler sunan ve Eve ile karşılaşmasını anlatan bu bölüm, modern bir sessiz film izlenimi yaratıyor insanda. Daha sonrasındaysa insanoğlunun Buy and Large (Satın al ve Genişle) adlı bir şirket yüzünden düştüğü içler acısı durum var ki, bu açıkça günümüz ABD’sinin tüketim alışkanlıklarına ve sağlıksız beslenmenin sembolü olarak gerçek bir probleme dönüşmüş obeziteye sert bir eleştiri. (...) ‘Vol-İ’ bir komedi olarak yola çıkıyor ama sonra merkezine bir aşk hikâyesi yerleştiriyor. Tekinsiz bir gelecek atmosferi çizerek seyirciyi ister istemez çevreyle ilgili kafa yormaya zorluyor ama bunun yanında aksiyondan da payını alan ve birkaç türü birleştiren zengin bir animasyona dönüşüyor. Üstelik film, teknik kalitesiyle de diğer animasyonlardan büyük farkla ayrılıyor.” Sinema Eylül 2008 / Sayfa 50 –Ebru Çeliktuğ 76-Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana - Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) Yönetmen: Guy Ritchie Oyuncular: Jason Flemyng, Dexter Fletcher, Nick Moran İngiliz yönetmen Guy Ritchie, ilk iki filmiyle kendisine çabucak pek çok hayran edinmiş, eski eşi Madonna hatırına yönettiği “Swept Away”le ise kariyeri aynı hızla irtifa kaybetmişti. Yine de zamanında dünyanın dört bir yanındaki sinemaseverlerin kalplerini çaldığı “Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” ve “Kapışma” günümüz sinemasının en sevilen filmleri arasındaki yerlerini koruyorlar. Ritchie’nin bu iki filmi gösterime girdikleri dönemde, genç yönetmenin ekseriyetle Quentin Tarantino ile karşılaştırılmasına neden olmuşlardı. Benzer şekilde küçük suçluların dünyasına dalan Ritchie, Tarantino vari laf cambazlıklarına ve esprili diyaloglara bolca yer vermekteydi. Diğer yandan, tıpkı Tarantino gibi o da müzik kullanıma önem veriyor, ancak bu noktada Amerikalı meslektaşından ayrılıyordu. Yıllar önce Hollywood’a transfer olan kimi İngiliz ustaları gibi, Ritchie de hızlı bir kurguyu ve bugün ‘video klip estetiği’ diye anılan görsel tarzı tercih ediyordu. Seyircisine soluk aldırmadan, sayısız aksiliğe gebe bir suç öyküsü anlatan “Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” gerek biçimi, gerekse zekice senaryosuyla epey ilgi görmüştü. Aradan geçen 10 yıla rağmen seyir keyfinden bir şey kaybetmediğini söylemekse yanlış olmaz. 75-Karanlıkta Dans - Dancer in the Dark (2000) Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Björk, Catherine Deneuve, David Morse Trier, müzikal türünün geleneksel yapısını, belki de tarihinde ilk kez düşünsel bir temele oturtuyor. Hikâyenin, türün basit bir malzemesi olduğu yapıyı tersine çeviriyor; türü, hikâyesinin bir aracı haline getiriyor. (...) Öte yandan Trier’in müzikalinde korkunç şeyler de oluyor. Böylece Trier, filminin gerçekten ‘müzikal’ olup olmadığını da tartışmaya açık hâle getirmek istiyor gibi. (...) Yönetmenlik için söylenebilecek tek şey, mükemmel olduğu... ‘Karanlıkta Dans’ın her anı gibi sonu da kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcı. Trier, başından beri söylediği tüm sözleri özetleyip bir sonuca bağlarken, aynı zamanda bu sözlere yeni anlamlar kazandıran ve seyircinin zihninde ve kalbinde filmin ardından devam edecek yeni tartışmalara kapı açan, etkileyici bir finalle filmine noktayı koyuyor. Hiçbir görüntünün olmadığı, simsiyah ekranın üzerinde müziği işittiğimiz bir sahneyle başlamıştı filmine Trier ve böylelikle, gözleri görmeyen Selma’nın ağzından ‘Görülecek ne kaldı?’ sorusunu duyduk bir ara... Trier sonuçta bu sorunun yanıtını veriyor: Görülecek çok şey var. Daha önemlisi ‘görmek için gözlere ihtiyacımız yok’. Hayata ‘kulak verin’. Hayatı hissedin.” Sinema Aralık 2000 / Sayfa 15 –Uygar Şirin 74-Başkalarının Hayatı - Das Leben der Anderen (2006) Yönetmen: Florian Henckel von Donnersmarck Oyuncular: Ulrich Mühe, Sebastian Koch, Martina Gedeck Alman yönetmen çok bilinen bir stereotipten yola çıkıp, gerçek bir karaktere doğru giden uzun bir yolculuk sunuyor seyirciye. Görkemli dramatik kırılma anlarından çok, küçük adımlarla ilerleyen bir yolculuk bu. Ve Wiesler rolündeki Ulrich Mühe’ninki başta olmak üzere, güçlü performanslarla ayakta duran bir yolculuk. Çünkü sonuçta büyük bölümü bir tavan arasında, bir dairenin içinde ve onun penceresinden baktığı sokakta geçen, kullandığı mekânın kısıtlılığı ile bir TV oyununu andıran bir film bu. Tamamen oyunculuklarına, jest ve mimiklere, konuşmalara yaslıyor sırtını. Yönetmenin bu dar alanda görsel olarak da etkileyici, paranoya sinemasının estetik geleneğinden epey faydalanan, nostaljik tatlarla dolu, canlı bir film çıkardığı söylenebilir. Gözetlenme kuşkusuyla dışarıda atılan turlar, duvarların içine gizlenen kablolar, tavan arasında yerleşmiş suratsız gözetlemeciler, sistemin gücünü kendi çıkarları için kullanan ‘yetkili’ler, metodik sorgular... Öte yandan filmin temel kaygısı, eski bir rejimi yerden yere vurmaktan ziyade, enformasyon patlaması yaşayan ve başkalarının hayatına konuk olmanın eğlence türü haline geldiği bir devirde bile geçerliliğini koruyan bir insan öyküsü anlatmakmış gibi görünüyor.” Sinema Nisan 2007 / Sayfa 34 –Kutlukhan Kutlu 73-Sihirbaz - The Illusionist (2006) Yönetmen: Neil Burger Oyuncular: Edward Norton, Paul Giamatti, Jessica Biel Steven Millhauser’in Eisenheim the Illusionist adlı kısa hikâyesinden Neil Burger’ın uyarladığı ve yönettiği ‘Sihirbaz’, kostümleri ve dekorlarıyla, 20. yüzyıl başlarından, etkileyici bir Viyana atmosferi getiriyor beyazperdeye. Hikâye ise hem sihirbazlık hem de sinemasal anlatım açısından bilindik birçok numarayı, yani klişeyi barındırıyor. Zengin kızfakir erkek aşkı, iktidar ile ezilenin savaşı, sınıf çatışması, bilim ile sihrin tezadı… Bütün bunlar polisiye ve tarih dokusuyla harmanlanıyor. Film, izleyicinin yakışıklı sihirbaz ile güzel sevgilisinin kavuşup kavuşamayacağına dair merakını ayakta tutmak için uğraş veriyor. Zaten filmin arkasını yasladığı en önemli dayanak da finale doğru ortaya çıkan sürpriz gelişme… ‘Sihirbaz’ bu sürprizi erkenden fark edenleri, başarılı dönem atmosferi, Philip Glass’ın müziği, Edward Norton’ın karizmatik görüntüsü ve Paul Giamatti’nin öne çıkan oyunculuğuyla teselli etmekte. Entrikalara kapılıp, malum sürprize şaşıranlara ise inandırıcılık sorunu yaşamadan filmin renkli dünyasının keyfini çıkarmak kalıyor. 72-Kelebek Etkisi - The Butterfly Effect (2004) Yönetmen: Eric Bress ve J. Mackye Gruber Oyuncular: Ashton Kutcher, Melora Walters, Amy Smart Kelebek Etkisi’, zamanda yolculuğun hepimiz için muğlak bir kavram ve önünde sonunda bir fantezi olmasına sığınarak, bu alanda tutarlı davranmaya hiç özen göstermiyor. (...) Senarist/yönetmen Eric Bress ve J. Mackye Gruber, seyircinin ‘ayrıntılara’ takılmamasını sağlamak, ilgisini başka yöne çekmek için bayağı uğraşıyorlar. Filmin ilk yarım saatinde hikâyenin temelini attıktan sonra, giderek hızlanan hikâye kurgusu, görsel efektler, gerilim trükleri ve Evan’ın hayatındaki ani ve çarpıcı değişimlerin vur-kaç etkisiyle, seyirciyi önlerine katıp sürüklüyorlar. ‘Dursana bi dakka!’, ‘iyi ama’ gibi sitemlere, şikayetlere fırsat bırakmadan getirip finalin kapsına bırakıyorlar. Bir bakıma iyi de oluyor. En azından film; sığ, pırıltısız ve sıkıcı olmak yerine sadece sığ ve pırıltısız olarak kalıyor. ‘Kelebek Etkisi’nin asıl derdi, ‘hayatta her şey mükemmel gitmez; bir şeyler kazanmak için bir şeyleri kaybetmeyi göze almalısın, mutluluk için bir parça acı çekmeye razı olmalısın’ demek. Yani ‘elinde geçmişi değiştirmek gibi bir güç varsa bile hayatındaki sökükleri dikmeye kalkma; başka yerlerden yırtarsın’ demeye getiriyor.” Sinema Mayıs 2004 / Sayfa 16 –Uygar Şirin 71-Boş Ev - Bin Jip (2004) Yönetmen: Kim ki Duk Oyuncular: Lee Seung-yeon, Lee Hyun-kyoon, Kwon Hyuk-ho Filmin sessizliğinde herkese yer var. Başkarakterlerin konuşmadan iletişim kurdukları bu tuhaf ve çekici filme dileyenler sınıf çatışması üzerinden yaklaşabilir. Kimileri de haklı olarak düşünmeyi bir yana bırakmak isteyecektir. Sonuçta ‘Boş Ev’in akla seslendiği söylenemez. Benim tercihim ise filme bir ruhsal büyüme öyküsü olarak bakmak. (...) Adam önceleri ruhsal anlamda küçük bir çocuktan farksız. (...) Aklını yitirdikçe ruhuna yaklaşıyor. Bedeniyle ruhu arasındaki karşıtlığa son vermek ve ruhsal gelişimini tamamlamak için kendini inzivaya ve fiziksel acıya mahkûm ediyor (hapse giriyor). (...) Bu süre boyunca kadın adamı sabırla bekliyor. O kendi hapishanesinde (evinde), kendi zalim gardiyanı (kocası) aracılığıyla acısını çektiği, çilesini doldurduğu için çoktan büyümüş. Sevdiği adamın gelip onu kurtarmasını beklediği sanılmasın. Sevdiği adamın büyüyüp kendisiyle ‘aynı düzeye gelmesini’ bekliyor. Nitekim adam hapishanede büyüdükçe, adımları kadınınkilere uyum sağlıyor. Filmin son karesi, Drayer’in başyapıtlarından ‘Ordet’nin finaliyle kıyaslanacak ölçüde doğaüstü.” Sinema Haziran 2005 / Sayfa18 –Uygar Şirin 70-Uzak (2002) Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer Nuri Bilge Ceylan, kasaba ya da kent değil, örneğin uzay istasyonunda geçen bir öykü de aktarsa aynı gerçekliği yakalayabileceğini kanıtlıyor ‘Uzak’ta ve sinema dilinin hep aynı olgunluğu, ustalığı, özgünlüğü koruyacağını gösteriyor. ‘Ne söylesek övgü olur!’ diyebileceğimiz mekân ve ışık kullanımı, büyük özenle, incelikle yazılmış, yaşamın içinden sökülüp alınmış diyaloglar, olağanüstü karakter çizimleri ve zekice ayrıntılarla örülmüş yeni bir Nuri Bilge Ceylan başyapıtı ‘Uzak’. (...) Ceylan’ın ilk iki filmine oranla biraz daha ‘çeşitlendirdiği’ oyuncu kadrosu, ‘Uzak’ın en çok takdir edilmesi gereken yanlarından, senaryonun sağladığı geniş ama gayet iyi hesaplanmış hareket alanı içinde, son derece özgür ama bir o kadar da ‘yönetmene bağlı’ biçimde performans gösteriyor. (...) Ceylan, çoğu seyircinin her iki ana karakterde de kendisinden çok şey bulup, kâh biri, kâh diğeri olacağı, yer yer ‘dejavu’ duygusu bile uyandırabilecek, dupduru, ticari sinemanın her türlü klişesinden uzak, tadına, samimiyetine, sıcaklığına doyulmaz bir filmle doğru bildiği yolda yürümeyi sürdürüyor.” Sinema Ocak 2003 / Sayfa 14 –Tunca Arslan 69-Ruhların Kaçışı - Sen to Chihiro no kamikakushi (2001) Yönetmen: Hayao Miyazaki Seslendirenler: Rumi Hîragi, Miyu Irino, Mari Natsuki Ruhların Kaçışı’ bizlere, görmek istemediklerinizi reddetmeyin diyor. Kolay kolay hayal edilemeyecek bir evreni gözle görülür kılarken, farklı olanı ve hayattaki zıtlıkların varlığını kabul etmeyi öneriyor. İçerdiği tematik zenginlik bir yana, ‘Ruhların Kaçışı’ görsel açıdan da büyüleyici bir anime. Hayao Miyazaki’nin üstün hayal gücünden çıkıp gelen tasarımlar, hem filmin içeriğine destek oluyor, hem de seyirciye en şahanesinden bir rüya sunuyor. Senaryo ise bir ‘bildungsroman’ı aratmayacak zenginlikte. Miyazaki, Chihiro’nun ruhlar alemindeki yolculuğunu müthiş bir olay örgüsüyle veriyor. Küçük kızın tanıştığı her yeni karakter, önüne çıkan her yeni görev, filmin dramatik yapısını zenginleştiren ve sağlamlaştıran bir düğüme dönüşüyor. Sinema tarihinde çocukluğu geride bırakmak, olgunlaşmak ve hepsinden önemlisi kendini bulmak (Chihiro’nun başarması gereken şeylerden birisinin de gerçek ismini geri almak olduğunu unutmamak gerek) üzerine çekilmiş en iyi filmlerden birisi olan ‘Ruhların Kaçışı’nı bir başyapıt olarak tanımlamak hiç yanlış olmaz. Miyazaki’nin bizzat ifade ettiği gibi, hem 10 yaşında olmuş, hem de 10 yaşında olacak insanlara hitap ediyor, yani herkese...” Sinema Temmuz 2004 / Sayfa 18 –Engin Ertan 68-İnce Kırmızı Hat - The Thin Red Line (1998) Yönetmen: Terrence Malick Oyuncular: Sean Penn, Adrien Brody, Ben Chaplin Donanmanın ön kolu, Guadacanal üzerindeki adalardan birine çıkartma yaparken uzun süre (yaklaşık bir saat) düşmanın en küçük bir suretini bile perdeye düşürmüyor Malick. Bu noktalarda film, savaşın anlamsızlığını, bir paranoya esprisi içinde mi bize yansıtmak istiyor diye düşünüyorsunuz. Bütün bu aşamalarda adanın doğal örtüsünü oluşturan upuzun otlar, bir Tarkovski yapıtından ödünç alınmış kadrajlarla karşımıza geliyor ve filmin yüreğimize açtığı hüzün hanelerine, her bir karede yenileri ekleniyor. Malick bu bölümlerde yavaş yavaş tezlerini de açmaya başlıyor. Mesele insanın insanla savaşı değil, insanın doğayla savaşıdır. Nitekim ardından da iki tarafı karşı karşıya getiriyor yönetmen. Ama bu karşılıklı mücadelenin özellikle ikinci bölümü muhteşem. Amerikalılar ve Japonlar bir sıcak çatışmayla birbirlerine girerken, dış sesler yerini aryalara bırakıyor ve bir belgesel tadı hakim oluyor filme. Burada, neyin kavgasını yaptığını bilmeden akıl dışına taşan insan görüntüleri, kolay kolay belleklerden silinmeyecek kadrajlarla karşımıza geliyor. Bu sahneler, savaşın anlamsızlığı üzerine sinema tarihindeki en anlamlı sahneler belki de.” Sinema Mart 1999 / Sayfa 19 –Uğur Vardan 67-Amerikan Güzeli - American Beauty (1999) Yönetmen: Sam Mendes Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch Tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes’in Amerikan banliyö yaşamı ve orta yaş krizinin olası faydaları üzerine gerçekleştirdiği filmde, Lester Burnham ve çoktan işlevsizleşmiş çekirdek ailesinin geçirdiği değişimi (daha doğrusu parçalanmayı) izliyoruz. Hazır yaşam tarzlarını sorgulamadan benimsemeye, seçme ve isteme yetisini yitirmeye karşı savaş açan ‘Amerikan Güzeli’, tıpkı ‘Dövüş Kulübü’ gibi uyandırmaya yönelik bir tür ‘çalar saat’ kimliğine de bürünüyor. (...) Senarist Alan Ball ve yönetmen Sam Mendes, yüzeyin ardına düzenledikleri yolculukta çıkış noktası olarak ‘güzellik’i kullanıyorlar. Hem yüzeydeki güzelliği hem de gizli güzelliği... (...) Neyin güzel, neyin çirkin hatta neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki hazır kalıplar, zaten bireylere bırakılmadan gündelik hayatın içine yedirildiğinden, özel bir çaba harcamadan yaşantımıza işliyor. Bir anlamda, farkına varmadan paketler halinde hazır beğeni satın alıyoruz. ‘Amerikan Güzeli’, insanın hayatında durup soluklanmasını ve kitleler için üretilen bu beğenilerin/değerlerin peşine, onları hiç sorgulamadan takılmanın hayatı nasıl şekillendirebileceğine (ya da şekilsizleştirebileceğine) bakmasını salık veriyor.” Sinema Ekim 2002 / Sayfa 94 –Kutlukhan Kutlu 66-21 Gram - 21 Grams (2003) Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Sean Penn, Naomi Watts, Benicio Del Toro '21 Gram' çözülmeyi bekleyen bir puzzle değil. Kurduğu cümleler, ne demeye çalıştığı, hepsi çok açıklar. Ancak belki ikinci bir seyir deneyimi, kimilerimizce eksikliği hissedilen tavrı, bakış açısını ve dünya görüşünü sezmeye yardımcı olabilir. Zira, tıpkı Dogma filmleri gibi, baştan sona mistik ve dini referanslarla dolu ‘21 Gram’ın yaşam, ölüm gibi kavramlara ve insan hayatının gerçekliğine hangi perspektiften baktığını bilmek gerekiyor. Kaldı ki söz konusu akıma bir türlü ısınamamış insanların Dogma ile temel sorunlarının başında da bu geliyor. Başka bir deyişle, ‘21 Gram’ yüzeyde bir Dogma filmine benzemese bile, alttan alta benzer bir tavır sergiliyor ve aynı handikapları taşıyor. Belki bu noktada Iñárritu’yu Dogma’nın fikir babası Lars von Trier’e benzetme imkanı da ortaya çıkıyor. Tıpkı von Trier gibi, Meksikalı yönetmenin de zamanla seyirci ve eleştirmenleri iki kampa ayırması mümkün. Kendisinin yaratıcı ve usta bir yönetmen mi, yoksa kolay yoldan insanları manipüle etmeye bakan bir acı simsarı mı olduğu önümüzdeki günlerde çokça tartışılabilir. Hâliyle ‘21 Gram’ da bir kesim seyirci ve eleştirmen için bir muamma, bazıları içinse çok iyi bir film, hatta bir başyapıt olacak.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 47 –Engin Ertan 65-Köstebek - The Departed (2006) Yönetmen: Martin Scorsese Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Matt Damon, Jack Nicholson Çin versiyonundaki Hong Kong mafyasının yarattığı otantik atmosferi, Boston’da kendi kurallarıyla var olan İrlanda alt kültürüyle bağdaştıran ‘Köstebek’, Scorsese’yi ister istemez ‘beklenti’ yaratan ‘mafyöz’ içerikli ve ‘şiddetli’ filmlerinden birini yapmaya sevk ediyor. Orijinal yapım (Kirli İşler/Mou gaan dou), ustanın elinde, 90’lı yıllardaki filmlerine benzer bir filme dönüşmek için cazip bir fırsat haline geliyor ‘Köstebek’te. Hatta daha da ileri giderek, onu tetikliyor diyelim. Mafya, muhbirler, polis, bar köşeleri, izbe evler, hiç uğruna ölen insanlar... Her biri, Scorsese’nin son yıllarda karşımıza çıkarmadığı türden bir filme imza atmasını sağlıyor. Bu nedenle Scorsese’nin istemsizce bu tip bir filme yöneldiğini korkmadan söyleyebiliyoruz. İzleyicinin de ‘New York Çeteleri’ veya ‘Göklerin Hâkimi’ gibi 50’lerin klasik Hollywood’una yakın duran filmlerden ziyade, ustadan, kendilerine perdeden tükürüp bıçak sallayan bir sokak serserisi beklediğine ya da genel olarak sinemada böyle şeyler görmek istediğine ikna olabiliriz. Hâliyle, karşımızda her şeyiyle bir Scorsese filmi değil, Scorsese filmiymiş gibi davranan bir yeniden çevrim olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz.” Sinema Aralık 2006 / Sayfa 29 –Murat Emir Eren 64-12 Maymun - Twelve Monkeys (1995) Yönetmen: Terry Gilliam Oyuncular: Bruce Willis, Brad Pitt, Madeleine Stowe 60‘lar ve 70’ler sinemasında rüya-kâbus deyince, yönetmenlerin aklına geniş açılı çerçeveler, ağır çekimler, eğik açılar, puslu resimler gelirdi. Terry Gilliam ‘12 Maymun’da bu tekniklerin hepsini harmanlıyor ve kendine has bir kâbus yaratmayı beceriyor. Anlatımının en belirleyici özelliği dar alanda, yakın ölçeklerde hareketli kamera kullanması. Bunu, kahramanın halet-i ruhiyesinin seyrini ‘yakından’ takip etmemiz için yapıyor. Gilliam’ın bir derdi de, seyircinin filmle arasına mesafe koymasını engellemek ve bir kâbusu bütün heyecanıyla yaşatmak. Dolayısıyla serinkanlılıktan çok uzak, seri planlara, garip açılara dayanan bir dekupaja başvuruyor. (...) Sonuç olarak ‘12 Maymun’ iyi yönetilmiş, iyi oynanmış, iyi bir hikâye. En önemlisi, kendine has görsel yapısı ve stiliyle Gilliam’ın günümüzün önemli yönetmenlerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Hikâyenin karışık ve mantıksız olduğunu söyleyenlere de aldırmayın. Sanat yapıtlarının aklı başında ve mantıklı olması gerektiğini kim iddia edebilir ki? Ayrıca ‘12 Maymun’ başı sonu belli bir hikâye anlatmaktan çok, cinnetin kendisi olmaya çalışıyor. Ve oluyor da...” Sinema Temmuz-Ağustos 1996 / Sayfa 24 –Mehmet Açar 63-Issız Adam - (2008) Yönetmen: Çağan Irmak Oyuncular: Cemal Hünal, Melis Birkan Alper eski, naif, el değmemiş şarkılarda aradığı, belki de hiç var olmamış bir saflığı arzuluyor. Sahtekarca bir nostalji bu; geçmişe geri dönme şansı olsa muhtemelen aynı yola sapacak yine. Kirli hissediyor kendini, bu yüzden temiz olanla (saf bir aşk) kanı uyuşmuyor. Ada ise bu şarkılara kandığı, yürümeyeceğini bildiği bir aşka prim verdiği için masum değil (kurban hiç değil). O da arızalı, yaşanamamış bir aşkın fikriyle eziyet çekmekten bir nevi hoşlanıyor aslında. Hiç yaşamadığı bir kasabaya gidip, yabancı bir odadaki eşyalara nostaljiyle yaklaşabilmesi ondan. Ayrıldıktan sonra çocukluk evini gizli gizli ziyarete gittiği Alper’in bir plağını alıp, hayatının geri kalanında ona anlamlar yükleyebiliyor. Öte yandan Alper’in fetiş objesi ise Ada’nın onun evinde unuttuğu tokası oluyor. Sonsuz seçenekler dünyasında tek bir kişiyle olmak bir nevi ölümse, yalnızlık da ömür boyu cehennem azabı demek. Kırk katır mı, kırk satır mı? Çağan Irmak’ın en umutsuz ve karanlık filmi, arada kalmışlara çıkış yolu görmüyor pek. Sinema Aralık 2008 / Sayfa 24 –Burcu Aykar Şirin 62-Çarpışma - Crash (2004) Yönetmen: Paul Haggis Oyuncular: Don Cheadle, Matt Dillon, Sandra Bullock Şehirde yürürsün, insanlara değersin, onlar da sana çarpar. Los Angeles’ta kimse sana dokunmaz… Galiba o dokunma hissini çok özlüyoruz. Bir şeyler hissedebilmek için birbirimize çarpıyoruz.’ Bu sözlerle başlayan ‘Çarpışma’ adını her ne kadar iletişimi zorunlu kılan bir eylemden ve hikâyenin kilit noktası olan araba kazasından almış gibi görünse de esas var olma sebebini İkiz Kuleler’e çarpan uçaklara borçlu. Filmin derdi de, bu çarpışmaya zemin hazırlamış yabancı düşmanlığını, çuvaldızı kendine batırarak eleştirmek. Çok karakterli ve bol öykülü filmin kahramanları Los Angeles’ta yaşayan zenciler, İranlılar, Meksikalılar ve onlarla aynı havayı teneffüs etmekten hiç memnun olmayan bazı beyazlar… Hepsinin hayatı, 36 saatlik zaman dilimi içinde, istem dışı olarak diğerleriyle kesişiyor. Bu kesişmeden daha doğrusu çarpışmadan herkes bir şekilde etkileniyor. Yabancı düşmanları ve ırkçılar ise ‘öteki’nin de insan olduğunu keşfediyorlar. Tamamen barış, hoşgörü ve birliktelik mesajları/dersleri vermeyi kendine görev edinen ‘Çarpışma’, yer yer duygu sömürüsüne kaçan klişelerle kutsal vazifesini yerine getiriyor. Dönemin ruhuna uygun şekilde En İyi Film Oscar’ıyla taltif edilen yapım, 11 Eylül sonrası Amerikan sinemasının en bilindik temsilcilerinin başında geliyor. 61-Kırmızı Değirmen - Moulin Rouge! (2001) Yönetmen: Baz Luhrmann Oyuncular: Nicole Kidman, Ewan McGregor, John Leguizamo Kırmızı Değirmen’ masalları anlatan mekânları, mizahın, trajedinin ve aşkın dozunun bilerek kaçırılması, insanların hareketlerine eşlik eden ses efektleri gibi unsurlarla, bir çizgi filmi andıracak kadar uçlarda dolaşıyor. (...) Film, oyuncuların konumundan eşyaların yerlerine kadar hiçbir devamlılığı umursamayan, atmosfer ve görsel etki dışında her şeyden bağımsız bir kurguya sahip. (...) 19. yüzyılın sonunda, Paris’in meşhur gece kulübü ekseninde geçen hikâyesi, pop/rock tarihinin nadide parçalarıyla anlatılıyor. O çok iyi bildiğimiz, her biri farklı bir telden çalan şarkıları, biraraya gelip aynı hikâyeyi anlatırken izlemek/dinlemek ve hayattaki bir takım hâlleri ne kadar iyi tercüme ettiklerini görmek, nereden baksanız etkileyici. Baz Luhrmann ve ekibinin eve kapanıp, geceler boyunca içki içip şarkı söylemeleri işe yaramış görünüyor. Şarkılar, senaryodaki görevleri bir yana, hissi kararlarla seçilmişler besbelli. Dolayısıyla bizde karşılık bulmaları da kaçınılmaz. Smells Like Teen Spirit hiç bu kadar ironik, Roxanne hiç bu kadar can yakıcı, The Show Must Go On hiç bu kadar dokunaklı olmamıştı herhalde.” Sinema Aralık 2001 / Sayfa 17 –Uygar Şirin 60-Masumiyet -(1997) Yönetmen: Zeki Demirkubuz Oyuncular: Güven Kıraç, Derya Alabora, Haluk Bilginer İnsani temalar yerini gündelik ve geçici temalara bırakmaya başladı. Aşk, feragat, merhamet, dürüstlük, iyilik gibi insani değerler yeni realitenin yasalarına feda edildi. Bütün bu olup bitenlerin sıradan bireye yansıması ise büyük bir çıkışsızlık olarak kendini gösteriyor. Yeni realiteye ayak uyduramayan, yaşama ahlakı sahibi insanlar bu çıkışsızlıkla kuşatılmış durumda. Bu hayatlar artık yaşanamıyor, görmezlikten geliniyor ve her geçen gün daha fazla sıkışıp yok olmaya zorlanıyor. (...) Yaşadığımız sistem daha çok akılcılık üzerine kurulu bir sistem. Aklı sorguladığımda ortaya bencillik çıkıyor. Bencilliğin anlamı da, vermemek, ortak olmamak ve sistemin biçimlendirdiği bir hayatı seçmek. Bu yüzden merhamet duygusu, kardeşlik, ortaklık giderek yok oluyor. Bu, aşkın yaşanma biçimini de etkiliyor. O nedenle filmde, günümüzdeki aşk tanımının ötesinde, romanlarda belki masallarda rastlanacak bir aşk tanımı yaptım ve bunu kutsadım. Bunu daha ileri götürüp orta sınıf ahlakındaki ikiyüzlülükleri vurgulamak için feda etmeye, feragate dair bütün erdemleri de bir orospuya ve bir pezevenge yükledim.” Zeki Demirkubuz Sinema Ekim 1997 / Sayfa 75 –Röportaj: Senem Erdine İşmen 59-Soysuzlar Çetesi - Inglourious Basterds (2009) Yönetmen: Quentin Tarantino Oyuncular: Brad Pitt, Mélanie Laurent, Christoph Waltz 'Soysuzlar Çetesi'nde Tarantino ‘Sinema benim her şeyim’ diye bas bas bağırıyor. Üstelik, filmlerindeki bu sinema sevgisi artık sadece basit göndermeler olmaktan çıkmış, öykünün ana iskeletinin temeli, hatta ve hatta filmin üretim şeklinin bir parçası olmuş durumda. (…) İtiraf etmek gerek, ‘Soysuzlar Çetesi’ sıradan bir izleyiciden ziyade sinefillerin çok daha rahat empati kurup çok daha yoğun keyif alacakları bir deneyim. Öyküde mebzul miktarda sinemasal gönderme var. (…) Nihayetinde ‘Soysuzlar Çetesi’nde Tarantino, daha önceki filmlerinde ne yapıyorsa onu yapıyor: Kendi fantezilerinin propagandasını… Bu uğurda tarihi tahrif etmekten de çekinmiyor. Nasıl bundan önceki filmlerinde türleri istediği gibi yontuyorduysa, burada da sadece II. Dünya Savaşı filmlerini değil, tarihi de kendince yeniden şekillendiriyor. Haliyle ilk dönem filmlerini sevip de son yıllarda yaptıklarını yadırgayanları anlamak zor. ‘Ölüm Geçirmez’ veya ‘Soysuzlar Çetesi’nde yaptığı şeyler ‘Rezervuar Köpekleri’ veya ‘Ucuz Roman’da yaptıklarından farklı değil ki! Kaldı ki, satır aralarını iyi yakalarsanız, ‘Soysuzlar Çetesi’nde diyaloglar yine önceki filmlerindeki gibi tadından yenmeyecek cinsten.” Sinema Eylül 2009 / Sayfa 20 –Burçin S. Yalçın 58-Trainspotting - (1996) Yönetmen: Danny Boyle Oyuncular: Ewan McGregor, Jonny Lee Miller, Ewen Bremner Sosyal-politik perspektifi bir yana, öykünün kendisi filme haydi haydi yetecek bir çekiciliğe ve etkiye sahip. Çok şey söylemese de, en azından narkotiklerin dünyasını önümüze ardına kadar açıyor. Filmin temel derdi, ‘onlar da senin benim gibi insanlar’ cümlesinde ifadesini bulan basit gerçeğin altını çizmek aslında. Fakat bunu dışavurumcu bir üslubun yaratacağı sarsıcılıkla iletmeyi tercih ediyor. Stili ne kadar sert ve vurucu ise, içeriği de o ölçüde yumuşak, hatta bir yerden sonra eğlenceli. (...) ‘Trainspotting’, ‘onların’ (narkotiklerin) dünyasıyla ‘bizim’ dünyamızı yanyana koymaya, birini anlatırken ötekine dair bir şeyler de söylemeye çabalıyor. Söyledikleri ne kadar doğru olsa da, bu gerçekler görüntülerin görkemi içinde buharlaşıveriyor. Öte yandan, İskoç diyarından sağlam gençlik portreleri sunması, Ewan McGregor başta olmak üzere oyuncuların takdire şayan maharetleri, film ekibinin (bir ara perdede eroin satıcısı olarak kısa bir rolde gözüken yazar Irvine Welsh de dahil) salona taşan enerjisi, kurgudaki dinamizm ve kuşkusuz müziği ile değeri yadsınamayacak bir film.” Sinema Kasım 1996 / Sayfa 31 –Necati Sönmez 57-Milyonluk Bebek - Million Dollar Baby (2004) Yönetmen: Clint Eastwood Oyuncular: Clint Eastwood, Hilary Swank, Morgan Freeman Eğer Eastwood karakterlerin ruh hâlleriyle böylesine ilgili bir sinema yapmasa tipik bir başarı öyküsünü rahatça allayıp pullayabilir, Hollywood’daki yapımcılara da bu sayede sırtını çok daha rahat sıvazlatabilirdi. Ama o ısrarla kahramanlarının yaralarının üstüne gidiyor, sarılabilecek durumdaysa sarıyor, tıpkı Maggie’nin dağılan burnunu düzelttiği sahnede olduğu gibi…Fakat genelde bu yara hikâye aktıkça daha da fenalaşıyor ve finalde kangrene dönüşünce kaçınılmaz son geliyor. Lakin, Clint Eastwood’un karakterleri bu acılarla yüzleşmek zorunda. Çünkü yaşamla kurdukları ilişkide bu acıları göğüslemek önemli bir alanı kaplıyor. Frankie’nin yüzündeki acıları Eastwood’un yüzü üzerinden çok iyi anladığımızı söylerken Maggie’de Hilary Swank’in, Scrap’te Morgan Freeman’in hakkını yemeyelim! Clint Eastwood’un oyuncularına her daim geniş alan açan, devamlı onların yüzlerine odaklanan sineması içinde ağızlara layık bir iş çıkarıyorlar! Sinema Mart 2005 / Sayfa 26 –Burçin S. Yalçın 56-Gizemli Şehir - Dark City (1998) Yönetmen: Alex Proyas Oyuncular: Rufus Sewell, William Hurt, Kiefer Sutherland, Jennifer Connelly Proyas, karakterlerini 50’li yıllar kara filmlerinden alırken, aradaki on yılların görsel birikimini de bir süzgeç olarak kullanıyor. Çizgi romanları, dizi filmleri, ‘Blade Runner’ı görmüş geçirmiş bir kara film estetiği onunki. Filmindeki korkutucu sürüklenme hissini, kamerasını az hareket ettirerek saptıyor. Çerçevesinin içini bir çizgi roman karesi alırmış gibi özenle dekore ediyor ve hareketi genellikle karenin içiyle sınırlıyor. Detektiflik filmlerine uygun bir biçimde kahverengi, yeşil ve sarı tonlarla yıkanmış görünen, canlı renklere nadiren rastlanan dünyasında, ışık ve karanlık arasındaki çatışma sık sık Alman Dışavurumcu sinemasını hatırlatıyor. Öyküsü bir yana, ‘Gizemli Şehir’in en güçlü olduğu konu, rüya gerçeküstülüğüyle belirgin bir sinemasal tarihin biraraya gelerek oluşturduğu bu görsellik. Alex Proyas’ın günümüzün en önemli ‘göz’leri arasında bulunduğunu gösteren, etkileyici, içine hapseden bir görsellik.” Sinema Mayıs 2003 / Sayfa 80 –Kutlukhan Kutlu 55-Truva - Troy (2004) Yönetmen: Wolfgang Petersen Oyuncular: Brad Pitt, Eric Bana, Orlando Bloom, Diane Kruger Epik film deyince insanın aklına ister istemez David Lean geliyor. Petersen, ‘Truva’da tam olarak onun varisi gibi bir tavır sergiliyor; filmdeki yönetmenliği sanki onun mirasına layık olabilme gayretinin bir yansıması. Lean’in mirasının, tümüyle görkemli bir sinema üzerine bina edilmekle birlikte akıldan kolay çıkmayan bir yönetmenlikle de desteklendiğini unutmamak gerek. Epik film deyip geçmeyin! Bunun arkasında gözkamaştırıcı bir görsellikle seyircinin gözünü boyayarak ve şaşkınlığından faydalanarak onu sömürmek de var. Epik addedilen filmlerde vasat yönetmenliği perdelemek zor olmuyor. Fakat ne 60 ve 70’lerin Lean sineması öyleydi ne de günümüzün Petersen’ının sineması öyle görünüyor. İki yönetmenin topraklarında görkemlilik iyi yönetmenliğin önüne geçmiyor; fakat iyi yönetmenlik de filmin önünü kapatmıyor.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 16 –Burçin S. Yalçın 54-Kan Dökülecek - There Will Be Blood (2008) Yönetmen: Paul Thomas Anderson Oyuncular: Daniel Day Lewis, Paul Deno Adının da açık bir biçimde çağrıştırdığı üzere ‘Kan Dökülecek’ P.T.Anderson’ın kesinlikle en karanlık filmi. O kadar ki, yurtdışında yönetmeni aşırı pesimist olmakla suçlayanlar bile çıktı. Hatta, her ne kadar ‘Kan Dökülecek’ özellikle Sinclair’in isminden dolayı kapitalizm ve inanç gibi sosyolojik olgularla ilintili bir ‘mesaj filmi’ olarak algılanmaya müsaitmiş gibi görünse de, Anderson filmini iki adamın sahip olduğu farklı değer yargılarından doğan ürkütücü mücadeleye odaklanmış bir korku filmi olarak tanımlamayı tercih ediyor. Öte yandan ‘Kan Dökülecek’i diğer Anderson filmlerinden ayıran en önemli unsurlardan biri de çok daha geleneksel sayılabilecek bir anlatı yapısına sahip olması. Tüm bunlardan dolayı filmin, yönetmenin filmografisinde özel bir yere konuşlanabileceğini tahmin etmek güç değil (…) Filmin bu denli koyu tonlara sahip olmasının başlıca sebeplerinden biri ise elbette ki Day-Lewis’in son yılların en çarpıcı oyunculuk gösterilerinden biri olarak değerlendirilen performansıyla ete kemiğe büründürdüğü Daniel Plainview karakteri. Sinema Şubat 2008 / Sayfa 52 –İlhan Yurtsever 53-Günah şehri - Sin City (2003) Yönetmen: Robert Rodriguez ve Frank Miller Oyuncular: Benicio Del Toro, Clive Owen, Jessica Alba, Mickey Rourke Polislerin, politikacıların ve çetelerin bulaşamadığı kurtarılmış fahişe bölgesinde ve diğer ‘suç ve günah kaynayan’ mekânlarda gezinirken o eski ‘noir’ın aslında asla eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz: artık onun yerinde siberpunk’la ve neo-noir’la, daha da önemlisi animeyle terbiye edilmiş, salt estetik üzerinden işleyen, insanlardan çok onların zihinsel üretisi (günahlardan çok da, insanın günahlar üzerine söyledikleri ve inşa ettikleri fetişler) üzerine konuşmayı seven yeni bir mahlukun bulunduğu aşikar. Evet, ‘Günah Şehri’nin son derece tuhaf bir sinemasal mahluk. İnsanların özdeşleşebileceği karakterler sunmak şöyle dursun, kendi günlük hayatlarıyla ilişkilendirebilecekleri tek bir şey bile sunmuyor görünürde. Bilimkurgudaki makineler tarafından üretilen makineler gibi, âdeta popüler kültürün kendisi tarafından üretilmiş, sadece onun kriterleriyle anlamlanan, ancak hayalhanesi onun tarafından –hem de iflah olmaz bir biçimde- yoğurulmuş, artık beyninin bir kısmı bu alemde yaşayan insan türüne yönelik bir popüler kültür yapıtı bu. Ancak bu tür bir seyircinin karşısında, yani kendi çöplüğünde son derece heybetli ve etkileyici, hatta devrimci bir duruşu olduğu kesin. Sinema Ağustos 2005 / Sayfa 14 –Kutlukhan Kutlu 52-The Matrix Reloaded - (2003) Yönetmen: Andy Wachowski, Larry Wachowski Oyuncular: Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, Laurence Fishburne The Matrix Reloaded’ kendi başına film olmanın hiçbir gereğini yerine getirmiyor, ama kendini bir film olarak sunuyor. Oysa aslında bir oyuna davet, bir link haritası, bir yap-boz oyunun iskeleti daha ziyâde. Ve ancak dâvete icâbet eder, oyununu kurallarını bellemek için çabalarsanız anlamlandırabiliyor, zevk alabiliyorsunuz hakkıyla. Sonunda geleceğin interaktif sinemasına giden bir yolda dolaştığınızı anlıyorsunuz. (...) Sinema tarihi pekâlâ bir Matrix metaforu olarak ele alınabilir. Nasıl ki Matrix’te insanlar küçük hücrelerinde, ana rahmindeki gibi hiçbir şey yapmadan duruyor ve sanal bir dünyanın imgelerini gerçek diye izliyorsa, sinema seyircisi de koltuğa bağlanıp, sanal görüntülere boş bakmaya yönlendiriliyor. Matrix filmleri ve yan metinleri izleyiciyi uyandırmaya çalışıyor. Uzun uykuların derin mahmurluğunu bölebilmek için de seyircisine oyun oynuyor, ‘Uyan da oynayalım’ diyor. Tabii iki seçeneğiniz var: Ya bildik filmleri uyuklayarak izlemeye devam edeceksiniz, ya da sinemanın gitmekte olduğu yeni, çatallı yollara düşeceksiniz.” Sinema Temmuz 2003 / Sayfa 74 –Tuna Erdem 51-Yıldız Savaşları: Bölüm III - Sith’in İntikamı -- Star Wars: Episode III - Revenge of the Sith (2005) Yönetmen: George Lucas Oyuncular: Ewan McGregor, Hayden Christensen, Natalie Portman Başlangıçta dokuz filmlik bir seri düşünmüştü Lucas ama sonradan fikir değiştirerek, birincisi İmparatorluk dönemini, ikincisi Cumhuriyet dönemini anlatan iki üçlemeden oluşan altı filmlik bir seriyle Yıldız Savaşları serüvenini sonlandırmaya karar verdi. ‘Bölüm IV - Yeni Bir Umut’ (1977), ‘Bölüm V - İmparatorluk’ (1980), ‘Bölüm VI - Jedi’ın Dönüşü’dan (1983) oluşan ve ‘klâsik üçleme’ ya da ‘İmparatorluk dönemi’ diye de anılan ilk üçlemede, karanlık güçlerin egemenliğindeki galaksinin nesli tükenmekte olan Jedi şövalyeleri sayesinde kurtuluşuna tanık oluyorduk. Karanlıktan aydınlığa doğru yol alıyorduk yani. Lucas’ın bir önceki Yıldız Savaşları filminden, yani ilk üçlemenin son bölümü olan ‘Return of the Jedi’dan 15 yıl sonra çektiği ‘Bölüm I - Gizli Tehlike’ (1999) ile başlayan, ‘Bölüm II - Klonlar’ın Saldırısı’ (2002) ile devam eden ve ‘Bölüm III: Sith’in İntikamı’ ile sona erecek olan ikinci üçlemedeyse, galaksinin Jedi şövalyelerinin desteklediği bir Cumhuriyet tarafından yönetildiği İmparatorluk öncesi dönem anlatılıyor ve bu sefer aydınlıktan karanlığa doğru yol alıyoruz.” Sinema Mayıs 2005 / Sayfa 46 –Senem Erdine İşmen 50-Büyük Balık - Big Fish (2003) Yönetmen: Tim Burton Oyuncular: Ewan McGregor, Albert Finney, Billy Crudup Daniel Wallace’ın Big Fish: A Novel of Mythic Proportions adlı romanından uyarlanan ‘Büyük Balık’, Güney’e özgü gotik bir atmosferden payını alan ve masalla gerçeği Tim Burton’a özgü bir şiirsellikle birleştiren bir baba-oğul hikâyesi. (...) Sihir ve mucize duygusuyla renklenen dokunaklı hikâyesi ve absürd mizah anlayışıyla kimilerinin ‘Forrest Gump’la kimilerinin de ‘Şahane Hayat’ ile karşılaştırdıkları filmin Burton’ı ödül yağmuruna tutması ve gişede çok iyi iş yapması bekleniyordu. Ancak öyle olmadı. Kuzey Amerika’daki gösteriminin dokuzuncu haftasında halen maliyetini bile çıkaramamış durumda olan film, En İyi Komedi/Müzikal, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Albert Finney) ve En İyi Film Müziği dallarında Altın Küre adaylığında yetinmek durumunda kaldı ve Akademi üyelerini de yalnızca müziğiyle etkiledi. Bütün bunlar Tim Burton’da bir şaşkınlık yaratmamış olmalı. Filmin gösteriminden önce ödül ve gişe konusunda hiç de iddialı konuşmayan ve her türlü sonuca hazırlıklı görünen yönetmen bir tek şeyden emindi yalnızca: ‘Büyük Balık’ bugüne kadar çektiği en kişisel filmdi.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 72 –Senem Erdine İşmen 49-Kill Bill: Vol. 2 - (2004) Yönetmen: Quentin Tarantino Oyuncular: Uma Thurman, David Carradine “Tarantino, ‘Kill Bill’in ikiye bölünmesinden son derece memnun. Hatta Miramax’ın kabul edeceğini bilseymiş projeyi baştan öyle sunarmış. Neticede daha önce 3.5 saatlik filmler izledik ama Tarantino, bu uzunluktaki filmlerin kendini beğenmiş bir yanları olduğu görüşünde ve ‘Kill Bill’in konusu üzerinde meditasyon yapan bir sanat filmi olmasını tercih etmemiş. İkiye bölünmüş olmasının ‘Kill Bill’in dramatik yapısını etkilediğini söylüyor ama bu ona göre olumlu bir gelişme. Tarantino’ya kulak verelim: ‘İlk film, sadece iyi vakit geçirmek ve eğlendirmekle ilgiliyken ikincisi hikâyenin daha derinlerine iniyor. ‘Kill Bill: Vol. 2’ yine şiddet içeren bir film ancak bu sefer 14 dakika süren kavga sekansları yok. Artık sadece listedekileri öldürmekle uğraşmıyoruz, işler daha da karışıyor. İnsan unsuru hikâyeye şimdi giriyor.’ İlk filmin sonunda Hattori Hanzo şöyle diyordu: ‘İntikam asla düz bir çizgi değildir; içinde kaybolmanın ve nereden girdiğini unutmanın kolay olduğu bir ormandır.” Bu benzetmeden yola çıkarsak, Tarantino’ya göre ilk film düz bir çizgiyken ikincisi ormanın ta kendisi!” Sinema Nisan 2004 / Sayfa 38 –Engin Palabıyık 48-Aşk Zamanı - Fa yeung nin wa (2000) Yönetmen: Wong Kar Wai Oyuncular: Tony Leung, Maggie Cheung Wong Kar Wai’nin filminin öyküsü çok yalın bir öykü, karmaşık bir yapıya ya da kalabalık bir olay örgüsüne sahip değil. ‘Aşk Zamanı’na gücünü veren de zaten öykünün kendisinden çok, yönetmenin ve oyucularının onu vücuda getirme biçimi. Maggie Cheung dilden çok bedenin konuştuğu etkileyici bir ‘bastırma’ portresi çizerken, Tony Leung insanı hemen kendi tarafına çeken sempatik gülümsemesiyle bu tuhaf ilişkiyi seyirci gözünde adeta ‘normalize’ ediyor. Yönetmen ise onların performanslarından ortaya büyüleyici bir ritm çıkarıyor. Wong Kar Wai’nin sinemasına aşina olanlar, onun ve görüntü yönetmeni Christopher Doyle’un omuzda kamera, göz alıcı bir renk paleti, eksantrik açılar ve farklı film hızlarıyla bazen baş döndüren derecede stilize bir görselliğe eğilimini bilirler. ‘Aşk Zamanı’ bu açıdan Wong Kar Wai hayranları için bir sürpriz teşkil ediyor: Çok daha serinkanlı, çok daha klasik bir anlatım biçimi var burada...” Sinema Eylül 2008 / Sayfa 86 –Kutlukhan Kutlu 47-Büyük Hesaplaşma - Heat (1995) Yönetmen: Michael Mann Oyuncular: Al Pacino, Robert DeNiro, Val Kilmer Büyük Hesaplaşma’ yalnızca olay örgüsüyle değil, karakterleri ve onların üstünde duruş biçimiyle de tam bir ‘film noir’. Senarist-yönetmen Michael Mann, sıkça karşımıza çıkan hırsızpolis yakınlaşmasını ele alıyor ve hemen içine giriyor. Kişinin kendini tamamen adadığı şeyle tanımladığını anlatıyor. Sürecin, sebep ve sonuçtan daha önemli olabileceğini, hatta bazıları için önemli olan tek nokta, bir bağımlılık olabileceğini anlatıyor. Ancak bunu anlatırken zaman zaman gözümüzün içine sokuyor, özellikle de Pacino ve DeNiro’nun karşı karşıya olduğu iki sahnede. Belki klişenin üstündeki toz yığınını kaldıramayacağından, kendi analizinin seyirciye ulaşmayacağından korkuyor ve bir noktanın altını çizdiğinde kalın çiziyor.” Sinema Nisan 1996 / Sayfa 16 –Kutlukhan Kutlu 46-Kapışma - Snatch (2000) Yönetmen: Guy Ritchie Oyuncular: Brad Pitt, Benicio Del Toro, Jason Statham Kapışma’nın jeneriği boyunca güvenlik kameralarından bir grup Yahudinin bir binaya girişini izliyoruz. Aslında bunlar kıyafet değiştirmiş birkaç hırsız ve büyük bir elmas soygunu için iş üzerindeler. Sakin sakin yollarına devam ederken, Katolik Kilisesi’nin ortaya çıkışı üzerine ufak bir hikâye anlatıyor Benicio Del Toro’nun canlandırdığı ‘Dört Parmak Franky’. Öykünün ana fikriyse, ‘öyle yazılmış olması, öyle olduğu anlamına gelmez’. Aslında Guy Ritchie’nin bize filminin hemen başında sunduğu bu önerme filmine karşı alacağımız tavrı belirlemekte de bir anahtar olabilir. Tıpkı yönetmenin ilk filmi ‘Lock, Stock & Two Smoking Barrels’daki gibi ‘Kapışma’da da bir sürü öykü ve karakter iç içe geçiyor. Gerçekten de inanılması güç bir karışıklık bu. Ancak senaryoda ‘öyle yazılmış olması, gerçekte de öyle olacağı anlamına gelmiyor’ ne de olsa. Tıpkı Guy Ritchie’nin kendisiyle yapılan bir söyleşide belirttiği gibi; eğer filmi izlerken gerçekçi yaklaşımları ve mantığınızı bir kenara bırakırsanız alacağınız keyfin haddi hesabı yok. Sinema Aralık 2000 / Sayfa 16 –Engin Ertan 45-İhtiyarlara Yer Yok - No Country for Old Men (2007) Yönetmen: Joel ve Ethan Coen Oyuncular: Javier Bardem, Tommy Lee Jones, Josh Brolin İnsanlığın tüm kötülüğünü üzerine yüklenmiş bir psikopat portresi çizen Anton Chigurh’un karşılaştığı ve katlettiği çevre halkından simalar, alelade bir adamken para için hem kendisini hem de ailesini tehlikeye atan Llewelyn’in eylemlerinin aslında Chigurh’tan çok da ayrışmaması, yine Llewelyn’in karşılaştığı her biri kendi çıkarını önemseyen insanlar, Şerif Ed Bell’in onca erdemine rağmen sürekli olarak olaydan uzak durmak ve olaya dâhil olmak arasında gidip gelerek sonunda belli bir pişmanlık yaşaması…Tüm bunlar filmde Coenler’in, ana hikâyedeki olay örgüsüne dair farazi detaylardan çok daha fazla önemsediği meseleler. Coenler’in, izleyicileri için de tasarladığı esas etki filmin bu noktalarında kendisini gösteriyor. Hâliyle çantaya ne olduğu ya da uyuşturucu pazarlığının kimler arsında olduğu, Chigurh’un, Ed Bell’in akıbeti, ortada neler olup bittiği gibi olay örgüsüne dair ilkel beklentilerden ziyade, karakterlerin yaşadıkları, başlarına gelenlerle ve kendi eylemleriyle anlattıkları çok daha önemli…Mevzuyu iyiden iyiye sindirebilmemiz için Ed Bell’in bir rüyasını anlattığı sahneyse, gerçekten son yılların en müthiş final sahnelerinden biri. Sinema Nisan 2008 / Sayfa 32 –Murat Emir Eren 44-Alacakaranlık - Twilight (2008) Yönetmen: Catherine Hardwicke Oyuncular: Kristen Stewart, Robert Pattinson Alacakaranlık’ bir bakıma, vampirin Viktoryen zihinlere kısadevre yaptıran o ‘dehşet verici ama baştan çıkarıcı’ etkisinin yüz küsur yıllık cool’laşma sürecinde geldiği nihai noktayı temsil ediyor. Yani bir bakıma, vampir denen o güçlü imgenin upuzun bir terbiye edilme, münasipleştirilme işleminden geçmiş hâli bu. İnsanüstülüğünün korkutucu olmaktan ‘süper’ olmaya doğru evrildiği yolculuğun en son durağı. ABD’nin kuzey batısındaki her daim bulutlu ve yağışlı Forks kasabasına yeni taşınan liseli Bella’nın gözlerini alamadığı Edward Cullen’ın gizemini çözmeye çalışırken aklına ilk gelenlerin süperkahramanlar olmasına şaşmamalı. Her şeyiyle ‘süper’ çünkü o; hatta o kadar süper ki Bella bile zaman zaman buna sinir olmadan edemiyor. Gerçek biri değil de, tamamen parıltıdan ibaret hâle gelinceye kadar cilalanmış bir pop kültür imajı gibi: İnsanüstü bir güzelliğe ve insanüstü yeteneklere sahip; hepten kusursuz olup da asap bozmaması için tabii ki karanlık yönleri de var ama dikkatle bakarsanız onların da aslında cılız bir şekilde kusur kisvesine büründürülmüş ve aslında cazibesini artıran özellikler olduğunu göreceksiniz… Sinema Mart 2009/ Sayfa 76 –Kutlukhan Kutlu 43-The Truman Show (1998) Yönetmen: Peter Weir Oyuncular: Jim Carrey, Ed Haris, Natasha McElhone The Truman Show’la ilgili genellikle kabul gören çözümlemeyi reddederek işe başlayalım: Her ne kadar ‘The Truman Show’, ‘medya çağı’nı eleştiren bir film olarak ele alınsa da Truman’ın hayatını ya da başrolünü üstlendiği TV dizisini bizim hayatımızın bir metaforu olarak kullanan usta yönetmen Peter Weir aslında, başyapıtı ‘Fearless/Korkusuz’un ardından bir kez daha, çağdaş toplumu kıyasıya eleştiriyor ve toplumsal, dinsel ve kültürel tüm kurumlara isyan ederek özgürleşen, gerçek benliğini bulan ve onu sahiplenen insanın övgüsünü yapıyor. ‘The Truman Show’un öyküsü, filmi bu biçimde okumamızı sağlayacak tüm ipuçlarını sunuyor bize. (...) Jim Carrey’nin bu filmle oyunculuğunu kanıtladığı gibi saçma bir iddiayla sık sık karşılaşacağız bugünlerde… Weir’in hakkını bu filmle teslim etmeye başlayanlar da olacaktır kuşkusuz. Biz bu iddia sahiplerininin hepsine ‘hoş geldiniz’ derken, Carrey’nin iyi oyunculuğunun ve ustanın büyüklüğünün, bu olağanüstü filmin bile her ikisinin en iyi ‘performansları’ olmamasından ileri geldiğini hatırlatalım ve yıllardır hayran olduğumuz bu iki ismi bir araya getiren sinemanın mucizesine teşekkür edip keyfimize bakalım.” Sinema Kasım 1998 / Sayfa 16 –Uygar Şirin 42-Altıncı His - The Sixth Sense (1999) Yönetmen: M. Night Shyamalan Oyuncular: Bruce Willis, Haley Joel Osment, Toni Collette Shyamalan finaldeki sürprizin ortaya çıkardığı durumla, sinemanın doğasına ait bir niteliği alıp öykünün işlemesi için kendinden menkul, somut bir varlık haline getirmiş oluyor aslında. Bu ‘Altıncı His’te her şeyin nasıl da seyirciyi yönlendirme aracı hâline geldiğinin iyi bir örneği. Shyamalan bu açıdan (daha birçok açıdan olduğu gibi) Spielberg sinemasına epey yakın bir yerde duruyor. ‘Altıncı His’in can damarı öykü, estetik ya da anlam değil, seyirci üzerindeki etki. İster ürperti ister acıma hissi olsun, seyircide belli bir duygu uyandırmanın peşine düşüyor Shyamalan. Ve dehşet içinde bir çocuktan vicdan azabı içinde kıvranan bir adama, çaresizlikten perişan olan bir anneye, her tür insani malzemeyi de bu uğurda kullanıyor. Belki bu yüzden bazı sinema yazarları filme ‘korku filmi’ muamelesi etmeye yanaşmıyor, çünkü bütün o ölülerin arasında Shyamalan bir taraftan da ısrarla aile dramı yapıyor.” Sinema Ocak 2003 / Sayfa 99 –Kutlukhan Kutlu 41-Testere - Saw (2004) Yönetmen: James Wan Oyuncular: Danny Glover, Cary Elwes, Tobin Bell “Testere” David Lynch ve Dario Argento hayranı genç yönetmen James Wan ve senarist Leigh Whannell’ın yarattığı uzun bir film serisinin ilki olarak çok ses getiren, fenomene dönüşen başarılı bir başlangıçtı. Bir milyon doları biraz aşan bütçesiyle 18 günde çekilen ve 55 milyon dolarlık gişe geliriyle bağımsız bir korku filmi olmaktan çıkıp bir üst lige sıçramayı başaran “Testere”; Wan ve Whannell’in beş yıl süren çabalarının sonucunda ortaya çıkmıştı. Birbirini tanımayan insanları berbat açmazların içine sokarak elini kana bulamadan öldürmenin kurnazca yolunu bulmuş olan Jigsaw, şüphesiz sinema tarihinin en tuhaf psikopatlarından biri olarak anılacak. “Testere”nin başarısında, filmin klostrofobik, sinir bozucu atmosferinin kuşkusuz büyük etkisi var. Kendi canını kurtarmak için başkasını öldürmek zorunda kalan kahramanlarıyla film, vizyona çıktıktan sonra her yıl devamı çekilmek suretiyle ticari ve popüler başarısını kısık ateşte de olsa sürdürmeye devam ediyor. 2010 yılında yedinci filmin çekilmesi, bu ay vizyona girecek altıncı filmin başarısına bağlı. 40-Pan’ın Labirenti - El laberinto del fauno (2006) Yönetmen: Guillermo del Toro Oyuncular: Ivana Baquero, Sergi López, Maribel Verdú 'Pan’ın Labirenti' çok önemli ve ‘özel’ bir film... Faşizmi bu denli iyi anlatan böyle cesur bir film çekeceksin, böyle bir masal dünyası kuracaksın. Fantastik sinemaya armağan ettiğin iş bu denli estetik olacak. Pes doğrusu... Yönetmen del Toro, ‘Cronos’, ‘Mimic’, ‘The Devil’s Backbone’, ‘Blade II’ ve ‘Hellboy’un ardından daha da yükseğe sıçramış. Ettore Scola’nın ‘77 tarihli klasiği ‘Özel Bir Gün’den bu yana faşizmi bu denli iyi anlatan bir filme rastlamamıştım.” Sinema Nisan 2007 / Sayfa 39 –Murat Erşahin 39-Karanlık Yolculuk - Donnie Darko (2001) Yönetmen: Richard Kelly Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Jena Malone, Drew Barrymore Richard Kelly’nin bu ilk filmi etkileyici ve ustalıkla kaleme alınmış senaryosu, oyuncularının performansları, ışığın mümkün mertebe az kullanıldığı karanlık görsel yapısı, ilginç kurgu tercihleri (yer yer hızlı çekimin kendini gösterdiği sahnelerin etkisi pek azımsanacak gibi değil), yarattığı eksiksiz 80’ler atmosferi ve bol katmanlı zengin yapısı nedeniyle ilgiye fazlasıyla layık. Hatta üzerimizde yarattığı heyecanı gözardı etmeksizin ‘Donnie Darko’yu bir modern sinema başyapıtı olarak nitelendirmemiz de mümkün.” Sinema Temmuz 2003 / Sayfa 69 –Engin Ertan 38-Karayip Korsanları: Siyah İnci’nin Laneti - Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl (2003) Yönetmen: Gore Verbinski Oyuncular: Johnny Depp, Geoffrey Rush, Orlando Bloom Bir zamanların pazar sinemalarını hatırlatan “Karayip Korsanları” serisinin fitili 2003 yılında “Siyah İnci’nin Laneti” ile ateşlenmiş ve film çabucak bir klasiğe dönüşmüştü. Açıkçası bunun için gerekli tüm özelliklere de sahipti. Uzun zamandır el atılmayan bir alt türe, korsan filmlerine öykünerek nostalji yapıyor, diğer yandan bu türü bilimkurgu, fantastik, korku, komedi ve duygusal gibileriyle harmanlayarak ortaya melez bir formül çıkartıyor, aynı zamanda son model özel efektlerle yeniliyordu. Başka bir deyişle, perdeye taşıdığı kimi imgeler ve mitlerle eski usül, diğer yandan bu mitleri inşa ediş ve seyirciye sunuş şekliyle ziyadesiyle modern bir filmdi “Siyah İnci’nin Laneti”. Sadece gişede başarılı olmakla kalmayan ve eleştirmenlerden de epey övgü toplayan film, aynı zamanda Jack Sparrow rolünde şahane bir performans sergileyen Johnny Depp’e de bir Oscar adaylığı getirmişti. 37-Akıl Oyunları - A Beautiful Mind (2001) Yönetmen: Ron Howard Oyuncular: Russell Crowe, Ed Harris, Jennifer Connelly Ron Howard’ın bir usta olduğunu iddia edecek değilim, ama yönetmenliğinin belli bir tadı olduğunu düşünürüm. Hoş bir gözü vardır. Geniş kitleler için film yapmayı iyi bilir. Onun sınırlarını da hafiften esnetir. Fakat Howard bu filmde kendi gibi olmaktan vazgeçiyor, ‘iyi yönetmen’ taklidi yapıyor, başka bir ligde oynamaya soyunuyor ve bütün bunların altında eziliyor. Kendi gibi olsa sonuç çok daha iyi olurdu eminim, ama bu hâliyle filmin yönetmenliği için ‘hazin’ diyebilirim. Son derece demode birtakım teknikler ve fikirler, yeni ve mühimmiş gibi karşımıza çıkarılıyor. Nash odasında çalışırken kameranın geri kayması ve mevsimlerin değişmesi, yerdeki gazete kupürlerine bakarken bazılarının yanıp sönmesi özellikle aklımda kalan planlar. İyi yönetmenlik bu mu şimdi? Sene 2002.” Sinema Nisan 2002 / Sayfa 16 –Uygar Şirin 36-Mulholland Çıkmazı - Mulholland Dr. (2001) Yönetmen: David Lynch Oyuncular: Naomi Watts, Laura Harring, Justin Theroux Mulholland Çıkmazı’, David Lynch sinemasının en iyi örneklerinden biri. Lynch ‘Kayıp Otoban’da, düz hikâye akışı yerine başlangıç ve sonun karıştığı döngüsel bir akış kurmuştu... ‘Mulholland Çıkmazı’nın hikâyesinde ise bir tür matematik kesinlik, daha doğrusu bir simetri var. ‘Kayıp Otoban’da ‘yönetmenin gizli çekmecesinde duran sır’ bu kez keşfe açık bir konumda; Lynch filmin kahramanının çeşitli bilinç durumlarını (rüya, hayal) harmanladığına dair birçok ipucu veriyor ve sizi zevkli bir oyuna davet ediyor. Bu, bir kez seyretmenin yetmeyeceği ama sonunda sırlarını ifşa etmeye hazır bir oyun. (...) ’Mulholland Çıkmazı’ geleneksel anlatı kalıplarının dışına çıkan filmlerden hoşlananlar için gerçek bir hazine...” Sinema Mayıs 2002 / Sayfa 5 –Mehmet Açar 35-Büyük Lebowski - The Big Lebowski (1998) Yönetmen: Joel ve Ethan Coen Oyuncular: Jeff Bridges, John Goodman, Steve Buscemi Coen’ler ‘Büyük Lebowski’yi sonuca ulaştırılacak bir öyküden ziyade, eğlenceli bir oyun alanı gibi ele alıyorlar. Ve bu oyun alanında, canlı ve eksantrik karakterler yaratma, gerçek kokan komik diyaloglar yazma gibi meziyetlerini konuşturuyorlar. (...) İki müzikal rüya sahnesi de dâhil olmak üzere, bütün film bir parti havasına sahip: kitsch görüntüleriyle, kara film türünün kalıplaşmış unsurlarının kavramsal sanat ürünüymüş gibi görünen temsilleriyle... Coen’ler kahramanlarının ‘gerçek hayat’ıyla kara film dünyasının etkileşmesinin yarattığı komediyi taçlandırmak için onun önüne hiçbir şekilde anlamadığı dedektiflik öyküsü terimleri bile fırlatıyorlar.” Sinema Haziran 2003 / Sayfa 78 –Kutlukhan Kutlu 34-Geçmişin Gölgesinde - American History X (1998) Yönetmen: Tony Kaye Oyuncular: Edward Norton, Edward Furlong, Beverly D’Angelo Edward Norton’ın dört dörtlük yazılmış karakteri, babasının henüz hayatta iken ortaya koyduğu felsefeye boyun eğişinde, onun ölümünden hemen sonraki ruh durumunu kameralar önünde açık edişinde, kontrolünü kaybedip zulmettiği kız kardeşinden af dileyişinde, sinir krizi geçiren kardeşinin kendisini defaten kepenklere yapıştırmasına göz yumuşunda görülebileceği üzere yumuşakbaşlı, duygulu birisi. Akıllı olması ise zaten filmin çıkış noktası... Ne var ki gözlerinin açılması, aklıselimine kavuşması için, acı ama, zoraki becerilmesi icap ediyor. Irkçılık öyle fena bir ruh yarası, insanın varoluşunu, kişiliğini, zihnini kemiren öyle beter bir rahatsızlık ki, ‘erkekliğinden olmak’ yegâne çıkış yolu gibi duruyor; alkoldeki detoks tedavisinin yerini tutuyor.” Sinema Mayıs 1999 / Sayfa 26 –Cem Altınsaray 33-Kill Bill: Vol. 1 - (2003) Yönetmen: Quentin Tarantino Oyuncular: Uma Thurman, Lucy Liu, David Carradine Tarantino’nun gerek ‘hikâye etme’ biçimi gerekse sahneleri birbirinden ayıran eklektik reji tarzı, birçok genç sinemacıyı derinden etkileyebilir. Önümüzdeki yıllarda sinema yapmaya sıvanan genç yönetmenler, inandırıcılık, sahicilik meselelerini bir yana bırakarak, kendi sinemasal fetişlerinin peşine düşen filmler çekmekte çok daha cesur davranabilirler. ‘Kill Bill’in bu yönüyle öncü niteliği taşıyan bir film olabileceğini düşünüyorum. Lakin, böyle bir nitelik taşımasa da, öneminden bir şey kaybedeceğini sanmam. Bu öyle bir film ki, seyrettiğimiz her şey tanıdık ve bildik ama film bir bütün olarak tek kelimeyle eşsiz...” Sinema Şubat 2004 / Sayfa 101 –Mehmet Açar 32-V / V for Vendetta - (2005) Yönetmen: James McTeigue Oyuncular: Natalie Portman, Hugo Weaving, Stephen Rea Filmin kitap kadar çok karakteri, kitap kadar ayrıntılı bir şekilde ele almaması birçok uyarlamada karşımıza çıkan, artık alışılmış ve uyarlamanın niteliğine çok da etki etmiyormuş gibi görülmeye başlanmış bir durum. Oysa V for Vendetta gibi bir distopya öyküsünde bu, görsel olarak çizilen topluma gerçekten ‘hayat veriyor’. Moore’un anlattığı gelecek hakkında zihnimizde çok net bir his ve net resimler kalıyor- film ise anlatıyı ‘seyreltmek’ zorunda kaldığı için, kahramanının mücadelesini ve ana karakterlerini unutulmaz kılmada güçlük çekmese de, tam anlamıyla yaşayan ve unutulmaz bir gelecek yaratamıyor. Moore’un ‘totaliter kâbus’u genel motifleriyle filminkinden çok daha ‘standart’ olsa da, insanları ve sokakları anlatmaya daha çok yer ayırdığı için, daha canlı görünüyor.” Sinema Mayıs 2006 / Sayfa 92 –Kutlukhan Kutlu 31-Tanrı Kent - Cidade de Deus (2002) Yönetmen: Fernando Meirelles ve Kátia Lund Oyuncular: Alexandre Rodrigues, Leandro Firmino, Phellipe Haagensen Brezilya; Arjantin gibi, Güney Amerika’nın sessiz sedasız kaynayan kazanlarından biri. Kıtanın bu iki lokomotif ülkesi ekonomik olarak dökülüyor. Son yıllarda bu iki ülkeden gelen filmler bozuk ekonominin toplumlarını çok feci örselediğini haykırıyor. Sınıflar arası gelir uçurumunun iki yakası biraraya gelmeyen hâli varoşları sokağa salıyor ve kendince son çözüme yönlendiriyor: şiddete... Bizi Brezilya’nın o kirli varoşundan hiç çıkarmayan ‘Tanrı Kent’, karakterleriyle aynı kaderi paylaşmamızı istiyor: o tekinsiz sokaklardan hiç çıkmamamızı ve zenginlerin tarafına asla geçmememizi...” Sinema Ağustos 2003 / Sayfa 16 –Burçin S. Yalçın 30-Milyoner - Slumdog Millionaire (2008) Yönetmen: Danny Boyle Oyuncular: Dev Patel, Saurabh Shukla, Anil Kapoor Milyoner’, zeki bir numarayla sağlam bir yapı kuran senaryosu sağ olsun, gayet iyi başlıyor. Yarım saat sonra söz konusu numara cazibesini yitirmesin diye senaryo keskin bir viraj almak zorunda kalıyor. Tamam, normal. Fakat o virajla en demodesinden bir aşk hikâyesi olma yoluna giriyor ki sonu uçurum. ‘Ama Bollywood filmiymiş gibi yapıyor, Bollywood’da aşk hikâyeleri böyledir’ demesin kimse. Bunun adı sığlıktır, ‘homage’ değil.” Sinema Nisan 2009 / Sayfa 22 –Uygar Şirin 29-Paramparça Aşklar Köpekler - Amores perros (2000) Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Gael García Bernal, Emilio Echevarría, Goya Toledo Etkileyici bir senaryonun ve keskin bir yönetmen gözünün yanısıra sağlam bir ekip oyunculuğuna da sahip olan ‘Paramparça Aşklar Köpekler’, bütün bu özellikleriyle 2000’lerin başında Latin Amerika popüler sinemasının yükselişinde çok önemli bir role sahip oldu. Iñárritu ve Arriaga sonra tematik ve yapısal açıdan benzer iki başarılı film daha çektiler ama içlerinde ilk günkü tazeliğini, enerjisini ve gerçeklik hissini en iyi koruyanı, üçlemenin bu ilk ayağı.” Sinema Temmuz 2009 / Sayfa 85 –Kutlukhan Kutlu 28-Hayat Güzeldir - La vita è bella (1997) Yönetmen: Roberto Benigni Oyuncular: Roberto Benigni, Nicoletta Braschi, Giorgio Cantarini Benigni’nin esas başarısı trajik olanla komik olanı son derece özgün bir şekilde verebilmesi. Yakın geçmiş de dâhil şu ana kadar gördüğümüz onlarca ‘Yahudi soykırımı’ filmine nazaran, bu trajediye yalnızca ‘acı acı gülebileceğimiz şekilde’ yaklaşıyor Benigni. (...) Belki ‘Hayat Güzeldir’le komedide bir çığır açmıyor Benigni, fakat elindeki evrensel temayı özgün bir biçimde (işliyor). (...) Affınıza sığınarak doğru olduğuna inandığım bir tespitte bulunmak istiyorum Benigni’ye ilişkin olarak: Chaplin filmlerinde ‘güldürürken düşündürürdü’, Benigni ise ‘Hayat Güzeldir’de ‘düşündürürken güldürüyor’.” Sinema Nisan 1999 / Sayfa 22 –Burçin S. Yalçın 27-Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi - The Curious Case of Benjamin Button (2008) Yönetmen: David Fincher Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett, Taraji P. Henson Brad Pitt, Cate Blanchett ve Tilda Swinton’ın nefis performansları, Claudio Miranda’nın tablo görüntüleri ve Alexandre Desplat’nın kalbe seslenen notalarıyla birleşip, filmi gerçekten hafızamıza hapsediyorlar. İnsan, Pitt ve Swinton’ın otel lobisi ve mutfağındaki incelikli sahnelerini saatler boyu izlemek isteğine kapılıyor. Upuzun sinema tarihinde, Wong Kar Wai’nin ‘Aşk Zamanı’ ile birlikte perdeye yansıyan en unutulmaz nezaket ve hassaslık anları belki de bunlar. Tesadüfen uğradığımız yerkürede, ne denli önemsiz, bir o kadar da önemli olduğumuzu yeniden anımsamak ve hayat denen armağanın, o tarifsiz mucizenin değerini bir kez daha kavramak adına tanık olunması gerek bir film Fincher’ınki... Oya gibi işlenmiş ve şairin deyimiyle ‘hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak’ bir film...” Sinema Şubat 2009 / Sayfa 27 –Murat Erşahin 26-Piyanist - The Pianist (2002) Yönetmen: Roman Polanski Oyuncular: Adrien Brody, Thomas Kretschmann, Frank Finlay Polanski içinse son derece kişisel bir proje söz konusu olan. Yönetmenin Szpilman karakteriyle belli bir özdeşleşme yaşadığını iddia etmek yanlış olmaz. Tıpkı filminin başkahramanı gibi, ailesi toplama kampındayken (hatta annesi ölürken) yaşama mücadelesi veren Polanski, çoğu kişinin yapacağının aksine duygu sömürüsünden uzak, asla ağlak olmaya çalışmayan bir soykırım filmine imza atıyor. Savaşı ve savaşın içindeki şiddeti filminde öne çıkartmasa da, benzerlerine kıyasla çok daha sarsıcı ve şoke edici kimi sahneler yaratıyor.” Sinema Mart 2003 / Sayfa 63 –Engin Ertan 25-Amélie - Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain (2001) Yönetmen: Jean-Pierre Jeunet Oyuncular: Audrey Tautou, Mathieu Kassovitz, Rufus Açıkçası ‘Amélie’nin tüm dünyada gördüğü yoğun ilgi ve topladığı övgüler hiç şaşırtıcı değil. Belki de karşımızdaki Frank Capra’nın ‘Şahane Hayat’ından bu yana çekilmiş en iyi ‘kendini iyi hisset’ filmi. ‘Amélie’nin izleyici ile kurduğu sıcak iletişimden nasibini almamak veya salonu kötü duygularla terk etmek neredeyse imkânsız. Büyük ihtimalle hemen herkesin yüzünde bir tebessümle ve yer yer ufak gözyaşları dökerek seyredeceği ‘Amélie’, bir filmin belki de en büyük avantajı olan izleyiciye iyi hisler vermeyi dürüst, yaratıcı ve son derece iyi şekilde beceriyor. Dolayısıyla pek çok kişinin hayatının filmlerinden birisi olması da muhtemel.” Sinema Aralık 2001 / Sayfa 51 –Engin Ertan 24-Eşkıya (1996) Yönetmen: Yavuz Turgul Oyuncular: Şener Şen, Uğur Yücel, Sermin Şen Eşkıya’nın temelinde, kâh kendi başlarına kâh birbirleriyle iç içe geçerek karşımıza çıkan üç öğe bulunuyor: Masalsı anlatım, Doğulu tema ve aşk (mâlumu ilan etmek pahasına ‘Doğu’nun, Türkiye’nin değil dünyanın doğusunu ifade ettiğini belirtelim). ‘Eşkıya’, Turgul’un yazdığı ve/veya yönettiği filmlerin iki belirgin özelliğini (değişim teması ile mistik, masalsı öykü/üslup), ilk kez bu kadar ‘eşit’ ve yetkin biçimde biraraya getiriyor. Turgul, ‘Züğürt Ağa’dan bu yana ‘değişim’i el alıyor; filmlerindeki ana karakterleri değişim karşısında aldıkları tavırları ile tanımlamak mümkün: Değişime karşı bilinçli bir şekilde direnen ‘Muhsin Bey’, değişime uyum göstermeye çalışan ancak başaramayan ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ Haşmet Asilkan ve ‘Gölge Oyunu’nun, değişimin farkında bile olmayan, giderek bir çığ halini alan bu kartopunun altında kalmaya mahkûm görünen kahramanları Abidin ile Mahmut... Bu tema ‘Eşkıya’da da ön planda… Sinema Eşkıya Özel Sayısı / Sayfa 26 –Uygar Şirin 23-Bir Rüya için Ağıt - Requiem for a Dream (2000) Yönetmen: Darren Aronofsky Oyuncular: Ellen Burstyn, Jared Leto, Jennifer Connelly 'Pi' ile bağımsız sinema içerisinden sağlam bir çıkış yapan Darren Aronofsky, ikinci filmi “Bir Rüya İçin Ağıt” ile lig atlamış ama benzer bir bağımsız ruhu korumayı becermişti. “Pi”nin yer yer deneysel sinemayı anımsatan siyah/beyaz görsel yapısına kıyasla daha ‘renkli’ olan film, hızlı kurgusu ve yoğun şekilde kullanılan müziğiyle benzer şekilde seyircinin algısını zorlayan bir etkiye sahipti ve tam anlamıyla ‘görsel ve işitsel bir deneyim’ idi. Hubert Selby Jr.’ın romanından yapılan bu uyarlama, her biri farklı şekillerde dibe vuran karakterleriyle bağımlılığın her şekline değiniyor, olabildiğince karamsar bir finale doğru ilerliyordu. Özellikle filmin sonu yaklaşırken hem biçim, hem de içerik açısından manipülatif bir tarz benimseyen Aronofsky, kimilerine göre bir başyapıta, kimilerine göreyse seyirciyi ani duygusal yükseliş ve alçalışlarla oradan oraya çalan acımasız bir duygu sömürüsüne imza atmıştı. Hayranlar veya mesafeli kalmayı tercih edenler bir yana, gerçekten de özgün bir biçime sahip olan “Bir Rüya İçin Ağıt” kısa zamanda son yılların en beğenilen filmlerinden birisine dönüşmüştü. 22-Er Ryan’ı Kurtarmak - Saving Private Ryan (1998) Yönetmen: Steven Spielberg Oyuncular: Tom Hanks, Matt Damon, Tom Sizemore Er Ryan’ı Kurtarmak’, sağ kanat Amerikan sinemacılarının savaşa olan yaklaşımlarının ne kadar içi boş, kof olduğunu kanıtlayan sarsıcı bir film. Bu filmin ve tuhaf hikâyesinin bize anlattığı tek şey de bu galiba: savaş, ahlaki ya da politik dersler çıkarılamayacak kadar korkunç, tuhaf ve gerçeküstü bir durum. Yüzbaşının dediği gibi ‘Adam öldürdükçe evimden daha çok uzaklaşıyorum’. Yani hedef kutsal bile olsa savaş insanı insanlıktan çıkaran bir olay ve sonuçta o trajediyi yaşayanların kazanacağı hiçbir şey yok. Spielberg, ABD toplumu için -hele onun gibi Yahudi kökenli biri için- anlamı hiçbir zaman tartışılamayacak, Avrupa’daki faşizmi sona erdiren bir savaşı anlatırken bile anti-militarist olmayı beceriyor ya, işte bu önemli bir erdem.” Sinema Ekim 1998 / Sayfa 19 –Mehmet Açar 21-Babam ve Oğlum (2005) Yönetmen: Çağan Irmak Oyuncular: Çetin Tekindor, Fikret Kuşkan, Hümeyra Küçük arızalarına karşın ‘Babam ve Oğlum’ yılın en iyi filmlerinden biri. Irmak’ın önceki yapıtı ‘Mustafa Hakkında Her Şey’den farkı ise sinemasındaki yetkinlik kadar tavrında yatıyor: Irmak ‘Mustafa Hakkında Her Şey’de sükunetle yaklaşılabilecek kişi ve şeylere bile nefretle saldırıyordu, bu filmde ise nefretle saldırılabilecek şeylere bile ağırbaşlı bir öfke beslemekle yetiniyor, hatta çoğu zaman onları anladığını hissettiriyor. Böyle bakınca ‘Babam ve Oğlum’un mutlu sonla bitmesi de bana son derece doğal görünüyor. Büyümeye dair tüm öyküler mutlu sonla biter.” Sinema Aralık 2005 / Sayfa 25 –Uygar Şirin 20-Prestij - The Prestige (2006) Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Hugh Jackman, Christian Bale, Michael Caine Nolan insan algısıyla oynamayı seviyor. Sihirbazlık aldatmacalarını hikâyesine hizmet eden bir unsur olarak kullanıyor sadece. Böylece, anlık, geçici etkileri olan ve şaşkınlık yaratan sürprizlerden ibaret bir film (zanaat) yerine, tam anlamıyla bir sanat eseri ortaya koymuş oluyor. Alfred Borden’ın da filmde dediği gibi ‘karşındaki senin sırrını öğrenirse gözünde hiçbir değerin kalmaz’. Nolan, filmdeki sırlar açığa çıktıktan sonra bile izleyicide bir iz bırakmayı biliyor. Bunu bir kavramın etrafına ördüğü öyküsüyle, müthiş görselliği ve harikulade kurgu anlayışıyla yaparak, numaralar üreten bir hokkabaz değil, gerçek bir büyücü olduğunu bizlere kanıtlıyor.” Sinema Ocak 2007 / Sayfa 19 –Murat Emir Eren 19-Yeşil Yol - The Green Mile (1999) Yönetmen: Frank Darabont Oyuncular: Tom Hanks, Michael Clarke Duncan, David Morse İlk uzun metraj filmi “Esaretin Bedeli” ile büyük bir başarıya imza atan Frank Darabont, 5 yıllık bir aradan sonra seyirci karşısına çıkan ikinci yönetmenlik denemesinde de benzer bir formül uyguluyarak, garantici olmayı seçmişti. Söz konusu olan yine bir Stephen King uyarlamasıydı ve ana mekân yine bir hapishaneydi. Fakat görünürdeki bu benzerlikler bir yana, “Yeşil Yol” kimi yönleriyle de “Esaretin Bedeli”nden açıkça ayrılmaktaydı. Her şeyden önce filmin gerçeküstü ve masalsı yönleriyle gelen, daha plastik ve stilize bir görsel yapısı vardı. Diğer yandan, masalsı boyutu bir yana, “Yeşil Yol” yer yer hem görüntüleri, hem de hikâyesi açısından çok daha karanlık olabilen bir filmdi. İşin doğrusu, kimi yönleriyle tipik bir Hollywood yapımı, kimi yönleriyleyse bağımsız yapımlardan beklenecek ölçüde cüretkâr olan “Yeşil Yol” belki kusursuz bir film değildi ama bu garip ve alışılmadık hâline rağmen sayısız izleyiciyi tavlamayı becermişti. 18-Sil Baştan - Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004) Yönetmen: Michel Gondry Oyuncular: Jim Carrey, Kate Winslet, Mark Ruffalo Filmi bitirip ikinci bir kez izlemeye başlarsanız, ilk izleyişte pek de göze batmayan birtakım şeylerin aslında sandığınızdan farklı kaynaklara sahip olduğunu görüyorsunuz ve karşınızdaki öykü, başka bir öyküye dönüşüyor. ‘Akıl Defteri’ ve ‘Dövüş Kulübü’ gibi filmlerin maharetle oynadığı bir bilmece oyunu bu. Charlie Kaufman da bu oyunu oynuyor ama tabiri caizse oyunun şehvetine kapılmıyor; bilmeceyi filmin çekirdeği, hatta konusu hâline bile getirmiyor. Bunun sonucunda da ‘Sil Baştan’, bir polisiye gibi matematiksel bir düzlemde, bilmece çözme tutkusuyla işleyen bir film değil... Tamamen duygusal bir düzlemde işliyor. Kaufman ile Gondry’nin bu filmdeki muazzam başarısı - ve filmi diğer hafıza öykülerinden bir çırpıda ayıran yanı- da bu zaten.” Sinema Aralık 2005 / Sayfa 102 –Kutlukhan Kutlu 17-Akıl Defteri - Memento (2000) Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Guy Pearce, Carrie-Anne Moss, Joe Pantoliano Akıl Defteri’nin en dikkat çekici ve seyirciyi en çok çarpan özelliği, hikâyeyi geriye doğru anlatma meselesi... Hikâyenin geriye giderek anlatılan kısmı çok karmaşık olmamasına rağmen, bu ‘basit’ hamle seyirciyi şaşkına çeviriyor ve ciddi algılama sorunlarıyla başbaşa bırakıyor. ‘Zaman’la ilişkimizin çok sorunlu olduğunu göstermesi açısından, hayli öğretici bir deneyim... Daha önemlisi: Nolan, laf olsun ya da ilginçlik olsun diye değil, hikâyesi gerektirdiği için zamanı tersine çeviriyor. (...) Bunlar, ‘Akıl Defteri’nin, kara film/polisiye tarihinde bir köşetaşı olmasına yetiyor...” Sinema Eylül 2001 / Sayfa 15 –Uygar Şirin 16-Yüzüklerin Efendisi: İki Kule - The Lord of the Rings: The Two Towers (2002) Yönetmen: Peter Jackson Oyuncular: Elijah Wood, Viggo Mortensen, Ian McKellen Peter Jackson ikinci filmde de sinemanın eldeki bütün imkânlarından doğru orantıda yararlanmış. Gene aynı harikulade Yeni Zelanda mekânlarında, rollerine cuk oturmuş oyuncularla, ustaca bilgisayar efektleri, makyaj ve maket bileşimiyle, daha da mükemmel bir film yapmış... Peter Jackson ve ekibi, ‘Yüzüklerin Efendisi’ni sevgiyle yoğurarak yapmış, filmin her ânında bunu hissetmek mümkün. En büyük, akıl durdurucu savaş sahnesinde bile, filmin odak noktası bu dünyanın insanları, onların duyguları, istekleri.” Sinema Ocak 2003 / Sayfa 15 –Sevin Okyay 15-Sevginin Gücü - Léon (1994) Yönetmen: Luc Besson Oyuncular: Jean Reno, Natalie Portman, Gary Oldman “Fransız sermayesiyle çekilen filmin İngilizce olarak ve Amerika’da kotarılmasının, yapımın içerdiği Avrupalı yanı bastırdığını söylemekse mümkün değil. Her karesinde Avrupa kokan ‘Léon’, bu arada en baba Amerikan ‘action’ filmlerinin ötesine geçen hareketli sahneleriyle de bir tür ustalık gösterisine dönüşüyor. Luc Besson, her yapıtının merakla beklendiği yönetmenler arasında artık. Onu ‘yaratıcı yönetmenler’ sıralaması içinde ayrıcalıklı bir yere oturtmak da mümkün. Kusursuz bir ‘zamanlama’ duygusuna sahip. Avrupa sinemasıyla kendisini sınırlandırmıyor. Yerel olmanın ötesine geçip evrensel olmayı başarıyor. Anlattığı şeyler, insanın temel sorunları üzerine kafa yoran herkesin ilgisini çekmeye aday... Ve ‘Léon’ da onun sinemasını bire bir yansıtan, insana özgülüğüyle zirveye tırmanan önemli bir sinema sanatı yapıtı.” Sinema Haziran 1995 / Sayfa 18 –Murat Özer 14-İhtiyar Delikanlı - Oldboy Yönetmen: Park Chan-wook Oyuncular: Choi Min-sik, Yu Ji-tae, Kang Hye-jeong “İçerdiği tüm biçimci numaralara ve aşırı estetik hâline rağmen, hikâyesinin önemli bir parçası olan şiddeti olanca çıplaklığıyla veren bir film ‘İhtiyar Delikanlı’. Chan-wook’un filmde yakaladığı gerçeklik duygusu da büyük ölçüde buradan geliyor. Şiddet sahnelerinde eylemin kendisi sömürülerek grafik şekilde gösterilmese bile, rahatsız edici şekilde perdeye yansıyor. Kamera küçük suçluların dünyasına girdiği sahnelerde güzel görüntüler yakalamak kadar, çirkin, gerçek ve acı olanı da göstermek zorunda olduğunun bilincinde.” Sinema Ekim 2004 / Sayfa 54 –Engin Ertan 13-Gladyatör - Gladiator (2000) Yönetmen: Ridley Scott Oyuncular: Russell Crowe, Joaquin Phoenix, Connie Nielsen “Scott, Antik Roma’yı ne kadar ‘rüya’ gibi sunuyorsa, savaş alanını ve arenayı da o kadar gerçekçi ve sert sunmaya çalışıyor. Bilgisayar ürünü seyircilerle doldurulmuş o göz alıcı Colosseum’un ortasında, gladyatörler birbirlerine girdiğinde, bize sürekli değişen kamera açılarından sunulan kısa kısa görüntülerden bu adrenalin yüklü, kanlı aksiyonda kaybolmamaya, ayağımızı basacak sağlam bir yer bulmaya çalışıyoruz. Scott’un elde ettiği sonuç gerçekten baş döndürücü ve heyecanlı. (...) ‘Gladyatör’ hem 90’lardaki işleri pek beğenilmeyen Ridley Scott’ın ismini yeniden zirveye taşımış, hem de ‘kılıç ve sandalet’ türünün bir anlamda yeniden doğuşuna önayak olmuştu. Bugün Hollywood’un ‘Truva’ ve ‘İskender’ gibi yapımlara çok büyük bütçeler ayırabilmesinde, Scott’ın bu görkemli tarihsel aksiyon filminin önemli payı var.” Sinema Ocak 2006 / Sayfa 89-91 –Kutlukhan Kutlu 12-Titanik - Titanic (1997) Yönetmen: James Cameron Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Gloria Stuart “Titanik’ aşk, cesaret, adelet, dürüstlük, fedakarlık, azim gibi çok temel insani erdemlerin üzerinde dolaşan öyküsü, 3 saati aşkın süresi, ihtişamı, bir ‘dönem filmi’nin özelliklerini de taşıması, etkileyici resimleri ve hatta ‘dokunaklı’ müziği ile ‘Rüzgar Gibi Geçti’den bugüne gelen bir Hollywood geleneğinin dört dörtlük bir temsilcisi. (...) James Cameron, seyirciyi koltuğundan yaka paça alıp götürüyor ve en klasik öykülerden çattığı, en sağlam yöntemlerle inşaa ettiği ve en popüler türlerle süslediği öyküsünün içinde, 3 saat boyunca soluk bile almasına izin vermeden dolaştırıyor. (...) Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, 3 saat boyunca bir tek plan bile aksamıyor. İşte bu yüzden, Cameron, yetenekli, deneyimli, ne yaptığını bilen ve işini nakış işler gibi yapan bir zanaatkâr; filmi ise, hem insanı kendine hayran bırakacak, hem de asabını bozacak kadar mükemmel...” Sinema Nisan 1998 / Sayfa 24 –Uygar Şirin 11-Olağan Şüpheliler - The Usual Suspects (1995) Yönetmen: Bryan Singer Oyuncular: Gabriel Byrne, Kevin Spacey, Benicio Del Toro “Olağan Şüpheliler’, sadece başdöndürücü bir hikâyeye, garip ve alışılmadık bir dramatik yapıya sahip olduğu için iyi bir film değil. Hiçbirisine uzun uzun rol kesme imkânı verilmemiş de olsa, sadece oyuncularının performanslarıyla bile övgüye değer bir film. Ayrıca çok iyi bir kurgusu ve görüntü yönetimi var. Anlatım üslubu olarak bakıldığında Bryan Singer’ın kara filme yeni bir şey kattığını söylemek mümkün değil... Fakat tek başına bir film olarak bakıldığında ‘Olağan Şüpheliler’in son yıllarda gördüğüm en çarpıcı hikâyelerden birine sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle Keyser Soze motifindeki o irkiltici suç metafiziği, -sonradan alaycı bir ironiye de dönüşse- hayli etkileyici... Etkileyici, çünkü kara film geleneği açısından yeni bir tema ve farklı bir yaklaşım.” Sinema Ocak 1996 / Sayfa 13 –Mehmet Açar 10-Forrest Gump (1994) Yönetmen: Yönetmen: Robert Zemeckis Oyuncular: Tom Hanks, Sally Field, Robin Wright O vakte değin ekseriyetle büyük bütçeli, hemen hepsi özel efekt ağırlıklı ve tür sinemasına meyleden, kimilerince sadece ‘eğlencelik’ şeklinde nitelenen gişe filmlerinin yönetmeni olarak tanınıyordu Robert Zemeckis. Winston Groom’un romanından, Eric Roth’un senaryosu aracılığıyla sinemaya uyarladığı “Forrest Gump”daysa farklı bir yöne doğru gitmeyi tercih etti. İşin içinde yine büyük bir bütçe ve çarpıcı özel efektler vardı ama “Forrest Gump” için ‘eğlencelik’ deyip geçmek pek mümkün değildi. Zemeckis filminde IQsu düşük bir adamın hayatı üzerinden yakın dönem Amerikan tarihini ele alıyor, komediden ziyade drama ağırlık veriyordu. Filmin Amerika’ya bakışı zamanında epey tartışılmış, kimileri “Forrest Gump”ın ülkenin tarihini yeniden yorumlarken eleştirel bir tutum takındığını, kimileriyse bildik mitlerin ve ‘Amerikan Rüya’sının bir çeşitlemesinden fazlası olmadığını savunmuştu. Film eleştirmenleri iki kutba bölse de seyirci tarafından büyük ölçüde beğeniyle karşılandı. Tüm dünyada yüksek bir hasılat elde eden “Forrest Gump”, 6 dalda da Oscar ödülü kazanarak Amerikan sinemasının modern klasiklerinden birisine dönüştü. 9-Yedi - Se7en (1995) Yönetmen: David Fincher Oyuncular: Brad Pitt, Morgan Freeman, Kevin Spacey Fincher, nefis bir hikâyeye ve sağlam karakter gelişimine sahip olan filmin görsel çözümlemesini bu kez gerçekten aşırıya kaçmadan yapıyor. Diğer bir deyişle, hikâyeyi elinden kaçırmadan, dramatik yapıya zarar vermeden ve karakterlerin önemini küçümsemeden stilize bir anlatım kurabiliyor. (...) ‘Alien 3’ ve ‘Yedi’ye bir bütün olarak bakıldığında Fincher’ın, günümüz sinemasında Ridley Scott ve Alan Parker gibi reklamdan gelen görsellik ustalarının yanında yer alacağını söylemek için artık kâhin olmaya gerek yok. Fincher, bundan sonra dikkatle takip edilecek bir yönetmen. ‘Yedi’ de gerek hikâyesi gerekse görüntüleriyle kara film tarihine geçecek, eşine benzerine az rastlanır bir film.” Sinema Mart 1996 / Sayfa 11 –Mehmet Açar 8-Cesur Yürek - Braveheart (1995) Yönetmen: Mel Gibson Oyuncular: Mel Gibson, Sophie Marceau, Patrick McGoohan Klişeleri ters yüz edecek, türün yapısıyla oynayacak kadar sağlam bir entelektüel donanıma sahip olmamasını bütünüyle unutturacak kadar yetenekli bir yönetmen Gibson. Mizansen, kurgu, film ritmi, çerçeveleme gibi yönetmenlik sanatının temel öğelerine son derece hâkim. Ayrıca sıcak bir mizah duygusuna sahip. Gemleyemediği duygusal çıkışlarını yerinde kullanmasını da beceriyor. Sonuç olarak, ‘Cesur Yürek’ baştan sona rahat seyredilen, birçok sinemasal tat vaat eden bir tür filmi... Sadece ve sadece, görüntü yönetmeni John Toll’un mükemmel çalışması için bile görülür.” Sinema Ekim 1995 / Sayfa 22 –Mehmet Açar 7-Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeflliği - The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring (2001) Yönetmen: Peter Jackson Oyuncular: Elijah Wood, Viggo Mortensen, Ian McKellen Peter Jackson’ın sunduğu, beyazperdeye uğramış bu en canlı ‘başka dünya’ya kapılıp yelkenleri suya indirmemek çok zor. Tolkien kitaplarının illüstratörleri Alan Lee ve John Howe’un da tasarımına katkıda bulunduğu bu dünya, daha Shire’ın yeşilliklerini ilk gördüğümüz andan itibaren soluk alıp vermeye başlıyor. Sadece Hobbitköy, Rivendell, Moria madenleri gibi akıldan çıkmayacak yerlerde değil, grup yoldayken de bunu hissediyorsunuz. Zaten sinemasının kendine has bir dokusu, bir başkalığı olan Jackson, standart büyük bütçeli Hollywood filmlerinde rastlayamayacağımız bir etki yaratmış. ‘Yüzük Kardeşliği’ görkemiyle üstümüze saldırmıyor, gelip bizi yakamızdan yakalamaya çalışmıyor, daha ziyade sükunetle orada durup içine düşmemizi bekliyor sanki.” Sinema Ocak 2002 / Sayfa 17 –Kutlukhan Kutlu 6-Kara Şövalye - The Dark Knight (2008) Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Michael Caine Nolan, ikonik karakterleriyle efsanevi anlar yaratmayı ve sinefillerin hangi damarından kan alacağını içgüdüsel olarak biliyor. Tam da bu nedenle zaman zaman uzun diyaloglar nedeniyle geveze bir film haline de gelse ‘Kara Şövalye’ gönlümüzü geri vermemek üzere çalıyor. Ayrıca Nolan kardeşler Heath Ledger’ın neler yapabileceğini daha senaryo aşamasından hissetmiş olacaklar ki, filmin bizi yerle yeksan eden tüm repliklerini Joker’in ağzından bizlere ulaştırıyor ve neredeyse en iyi sahneleri Joker’e ayırıyorlar.” Sinema Ağustos 2008 / Sayfa 21 –Murat Emir Eren 5-Ucuz Roman - Pulp Fiction (1994) Yönetmen: Quentin Tarantino Oyuncular: John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman Tarantino son yıllarda Hollywood’a yolu düşen en yetenekli üslupçulardan biri. Gerçek bir Amerikalı ve has bir Amerikan sineması yapıyor. Herşey bir yana bıçak gibi keskin bir stili var. Savruk değil, disiplinli ama aynı zamanda serbest ve yaratıcı... O da tıpkı Scorsese gibi, karakterlerde enerjiyi ve patlama noktalarını göstermeyi seviyor. Fakat anti-kahramanlar yaratmak onun ‘su katılmamış’ sinemasal dehasını anlatmada daha geri kalan bir özellik... Çünkü o herşeyden önce çok iyi bir yönetmen. (...) ‘Ucuz Roman’ gibi yazbenisi olan bir film üzerine daha sayfalarca yazabilirim. Ama sanırım en iyisi durmak ve iki tane kişisel görüşle yazıyı bitirmek: Tarantino, günümüzün en iyi yönetmenlerinden biri, ‘Ucuz Roman’ da Coen kardeşlerin ‘Barton Fink’inden bu yana son beş yıldır Atlantik’in öte yakasından gelen en iyi film.” Sinema Mayıs 1995 / Sayfa 15 –Mehmet Açar 4-Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü - The Lord of the Rings: The Return of the King (2003) Yönetmen: Peter Jackson Oyuncular: Elijah Wood, Viggo Mortensen, Ian McKellen “Kralın Dönüşü’ serinin en tutarlı filmi. Bu, büyük ölçüde öykünün sonu yaklaştığından Jackson’ın kitaba olan sadakatinin de artmasıyla ilintili. Sonuçta gözleri kör eden görkemlilikte bir Minas Tirith tasvirinin yanında Hüküm Dağı’nın haşmeti ve Minas Tirith surlarının önünde cereyan eden o akıllara durgunluk verecek savaş. (...) Her güzel şeyin, her yüce şeyin, her varlığın, herkesin, kısacası her şeyin geçici ve bir sonu olduğunu da hatırlatıyor bize bu film. Bu ister istemez hikâyenin mistik yanını güçlendiriyor. Ve özellikle serinin hayranlarına üçleme sonlanırken veda edebilme yeteneğini de bahşediyor... Yüzüklerin Efendisi beyazperdede kendi efsanesini yaratıyor.” Sinema Ocak 2004 / Sayfa 17 – Burçin S. Yalçın 3-Matrix - The Matrix (1999) Yönetmen: Andy ve Larry Wachowski Oyuncular: Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Carrie-Anne Moss Gerçek ile sanal arasındaki ayrımı yok eden ‘Matrix’, bu tür çift değişkenli karşıtlıklara dayalı sistemlerin, insanın elini kolunu bağladığını, onu köleleştirdiğini, tüm yaşam ‘enerjisini’ emip yok ettiğini söylüyor. Söz konusu sistem, bir ile sıfır seçeneklerine dayalı bilgisayar sistemleri olabileceği gibi, gerçek/sahte, doğa/teknoloji, din/bilim, kadın/erkek, ak/kara gibi karşıtlıklara dayanan tüm düşünce sistemleri de olabilir. Bu çift değişkenli karşıtlıkları reddeden Doğu felsefesinin filmde önemli bir yere sahip olması da bundan kaynaklanıyor. Gerçek ile sahte arasındaki ayrım yok olunca inanç önem kazanıyor... Gelgelelim (‘Matrix’) inancın, inanılan şeyin gerçek ya da geçerli olmasıyla hiçbir ilintisi olmadığını da özenle belirtiyor. Âdeta film, ‘Tanrı ve din yok ama inanç var’ diyor.” Sinema Kasım 1999 / Sayfa 91 –Tuna Erdem 2-Esaretin Bedeli - The Shawshank Redemption (1994) Yönetmen: Frank Darabont Oyuncular: Tim Robbins, Morgan Freeman, Bob Gunton Hapishane yaşamının acımasızlığının yanı sıra, suçsuz bir insanın giderek kendini suçlu gibi görmesini ve ‘gerçek’ yaşamdan uzaklaşmasını anlatan yönetmen Darabont, her tiplemenin altını çizerek ulaşılması güç bir gerçeklik kazandırmış filme. Başarılı olarak gördüğümüz hapishane filmlerine baktığımızda, her birinde klâsik hapishane yaşamı içinde farklı noktalar, nüanslar yakaladıklarını görürüz. Her film, kendi içinde sanki başka bir filmi de barındırır. Hapishanedeki yaşamı yansıtırken, daha özel bir öykü de filmin içindeki yerini alır ve finale kadar bu iki unsur atbaşı gider. ‘Esaretin Bedeli’ni de başarılı kılan işte bu unsurdur. Tim Robbins’in canlandırdığı Andy Dufrense tiplemesinin, kendisine hapishane içinde özel bir yaşam kurma isteği ve bunun için çabalaması, filmin tekdüzelikten kurtulup ayrıksılığa yönelmesini sağlar. Her filminde kendini biraz daha geliştiren, günümüz sinemasının usta yorumcusu ve Robert Altman’ın fetiş oyuncularından Tim Robbins başta olmak üzere tüm oyuncuların ayrıntılı kompozisyonları da bu filmi kaçırılmaması gereken bir noktaya doğru itiyor.” Sinema Nisan 1995 / Sayfa 16 –Murat Özer 1-Dövüş Kulübü - Fight Club (1999) Yönetmen: David Fincher Oyuncular: Edward Norton, Brad Pitt, Helena Bonham Carter Dövüş Kulübü’ yönetmenin kimi -bilmediğimiz- yönlerini deşifre ediyor, anlattığı öykü ve karakterleriyle ciddi bir özdeşleşme içinde olduğunu gösteriyor. Fincher yine bir bireyin, sistemin şekillendirdiği toplumla ve hayatla ilişkisinin yeniden tanımlanması sürecini anlatıyor. (...) Fincher’ın Tyler’vari bir tutumla, üstelik kendi filmine porno parça koymasından keyif almak da mümkün, filmi sadece kimi bölümleriyle değerlendirip faşizm söylemini geliştirdiğini iddia etmek de. Yönetmenin, adeti olduğu üzere bize tuttuğu aynadan kendimize dair bilgiler edindiğimiz için mutlu da olabiliriz, aynayı parçalama isteğiyle de dolabiliriz. Oraya buraya bomba koymayı savunduğunu varsaymak da bize kalmış, iyi yönetmenlerin mesaj vermek gibi bir dertleri olmadığını düşünüp Fincher’ın sorularını ciddiye almak da.” Sinema Ocak 2000 / Sayfa 18 –Tamer Baran