Daha önce çevirdiğim hiçbir kitap, Tom McCarthy'nin
C'si kadar, benimle, hayatımla, kendi yazdığım kitaplarla alakalı olduğunu hissettirmemişti bana. Bu belki çevirdiğim yazarlar arasında en genci olmasıyla alakalıdır. 1969 doğumlu McCarthy; benden 12 yaş büyük yani. Daha evvel
Sokaktaki Adam'ını Türkçeleştirdiğim Philip Roth'un "çevirdiğim en genç yazar" olduğu, kendisinin 1933'te doğduğu (dedem yaşında) ve 10 kitaba ulaşan mütevazı çevirmenlik yaşantımda vaktimi daha çok 1800'lerde yaşamış kişilere adadığım düşünülürse bunu "yaşıtıyla aynı masaya oturtulmuş gencin aile yemeğindeki mutluluğu" olarak açıklamak uygun düşebilir belki. Ama yok, tam öyle değil. McCarthy'nin 1900'lerin başında başlayan ve bizi Serge Carrefax isimli bir karakterin gözünden farklı farklı alemlerde gezdiren kitabında daha derin bir kardeşlik, bir ses ortaklığı, bir kafadarlık buldum ben. Bu, öncelikle, bir macera romanı, hemen uyarayım. Daha evvel
Ten Ten ve Edebiyatın Sırrı başlıklı bir kitap yazmış McCarthy için macera romanı dediğimiz şeyin küçümsenip gözardı edilecek bir şey değil, deneysel yöntemlerle dönüştürülebilecek bir alan olduğunu da ekleyeyim. Macera romanlarının devrimci yanı, karakterin psikolojisini merkeze alan ve 1960'larda deneysel Fransız romancıların 'burjuva romanı' olarak gördükleri; birey, onun psikolojisi ve bireyselliğini temel alan romanlara yaptıkları muhalefet. Alain Robbe-Grillet'nin
Silgiler ve
Kıskançlık gibi romanlarında karakterler, içine yazarın eli girmiş birer kukla gibidir: olayların arasında ilerler, bizi gerçek olduklarına inandırmaya hiç uğraşmazlar. Bir G. I. Joe oyuncağı ne kadar gerçekse onlar da o kadar gerçektir: Yani sizin onun gerçek olduğuna inandığınız kadar gerçek.
C'nin kahramanı Serge Carrefax de bir kukla. Lakin psikolojisi, iç dünyası, duyguları devrimci biçimde gözardı edilse, yalnızca yaptıkları bir bilim insanının titizliğiyle incelense de, dile ve iletişime merakı önemsenen bir kukla. Telsizlere büyük bir ilgisi var mesela; bugün olsa Twitter'ın mucidi Jack Dorsey ile hasbıhal edecek kimbilir ne mevzular bulurlardı. Serge'in doğumuyla başlayan hikaye bizi kahramanımızın babasının tuhaf evinden Birinci Dünya Savaşı'nın çatışmalarına, bir Alman esir kampına, oradan insanların savaşın sıkıntısını seks ve çeşitli maddeler aracılığıyla atmaya çalıştığı Londra'ya, en nihayetinde Mısır'a ve denize, açık denizlere, dalgalara götürüyor. Bundan üç sene evvel yayıncı dostum Semih Gümüş bana C'yi çevirmemi önerdiğinde bunun satışı az, emeği çok bir kitap olacağını çevirmen duyargalarım hemen haber vermişti bana, çevirmene ev satın aldıracak romanlardan biri değildi bu ama işte, hayatta her şey de para değildi. C'yi çevirdiğimi söylediğim çoğu yazar-çizer arkadaşım, belki de şakayla karışık, "Çok önemli bir iş yapıyorsun Kaya, bileğine kuvvet" diyerek yüreklendirmişlerdi beni. İlk romanı
Remainder Zadie Smith tarafından "Son 10 senenin en iyi İngilizce romanlarından" diye tarif edilmişti McCarthy'nin; yine Smith'in meşhur bir New York Review of Books makalesindeki kavramsallaştırmasına göre "romanın gidebileceği iki yol"dan birinin mühim temsilcisiydi kendisi. Gerçekçi değil deneysel; herkese değil yenilikçi merakları olana seslenen; okurla arasında bir konsensüs aramaktansa bir gerginlik yaratarak varolmayı seven bir roman. Okuması zor, tıpkı eski büyük deneysel romanlar gibi. Okuması zor ama okuduğuna değen şu romanlardan işte...
BAŞ DÖNDÜRÜCÜ BİR KİTAP
Çeviri haberimle heyecanlanan ahbaplarımın merakında McCarthy'nin yayın alemindeki bu ününün payı vardı muhtemelen. Bu da bende, yurtdışında çıkmış son teknoloji bir cihazı memleketlisiyle paylaşmak için kalbi pır pır atan bir modern zaman müteşebbisinin tatlı telaşını yarattı. Proust'un büyük romanının bazı bölümlerini Türkçeye,
Geçmiş Zaman Peşinde ismini vererek, ilk Yakup Kadri Karaosmanoğlu çevirdiğinde kim bilir nasıl heyecanlanmıştı millet.
Ulysses ilk defa Nevzat Erkmen çevirisiyle Türkçe olarak raflardaki yerini aldığında, ülkesine internet ve yabancı araba gelen Kübalı misali sevinip heyecanlandığımız günleri dün gibi hatırlarım. Peki vatandaşlarının İngilizceyi ana dili gibi konuşup her hafta
Mad Men'inden
Girls'üne en metinlerarası dizilere bir bardağa su doldururcasına rahatlıkla altyazı çevirdiği günümüzde deneysel İngilizce bir romanın Türkiye'de Türkçe yayımlanması hakikaten de önemli miydi o kadar da? Ben, çevirmeni açısından önemliydi elbette. Çevirirken bu baş döndürücü kitabın tuhaflıklarının Türkiyeli yazarlara nasıl 'tesirler' yapacağını hayal etmek bir zevkti.
C'yi okumadan yazdığım ve bir macera romanını deneysel bir biçimde yeniden hayal etmeye çalıştığım kendi romanım Macera'yı
C'yi okuduktan sonra yazsam nasıl yazacağımı düşünmek ilginçti. Yazarının aklının sinemasına girdiğimi düşündüğüm, aynı kafada olduğumuzu hissettiğim anları şimdi C
'yi elimde tutarken hatırlamak ise belki biraz üzüyor beni. Yalnızca yazarken değil, çevirirken de, bitirdiğiniz her cümle, her sayfa, her kitap, nihayet basılı olarak elinizde tuttuğunuzda, hayatın geri dönmeyecek anlarını hatırlatır size.