"Ne kadar hazin bir çağda yaşıyoruz, bir önyargıyı ortadan kaldırmak; atomu parçalamaktan daha güç."
Albert Einstein
90'lı yılların tartışma programı Siyaset Meydanı'nda Kürt meselesi tartışılırken sıra bölge insanlarına geldiğinde kadını, erkeği, genci, yaşlısı söze "Sayın Kırca önce akan kanın durması gerekir" diye başlardı. Savaştan Batı'ya göç etmiş Güneydoğulular yoksullukla pençeleşirken baskıyla ve önyargılarla dışlanıyordu. Medya ise cehalet ve vurdumduymazlığını nefret diliyle sarmalamış yangına körükle gidiyordu. O günlerde Diyarbakır'a giden bir muhabirin izlenimlerini hiç unutmadım. "A bunlar da bizim gibi insan, yiyorlar, içiyorlar" kabilinden yazdıklarını herhalde uzaydan gelen biri kaleme alabilirdi. Kimse kimseyi dinlemedi, o kan uzun yıllar aktı. Zor ve acımasız zamanlardı. 30 bini aşkın Türk ve Kürt insanı birçoğu daha 20'li yaşlarda toprağa düştü. İki yıldır Çözüm Süreci'yle birlikte kalıcı bir barış yolunda adımların atıldığı bir dönemdeyiz. Kağıt üstünde, barış olur olmasına da bu önyargıları nasıl yıkacağız asıl ve biricik meselemiz budur. GAP gezilerinin programını bilirsiniz... İlk durağımız Diyarbakır, havaalanından doğru Hasanpaşa Hanı'ndaki ünlü kahvaltıcıya gidiyoruz. Surlara çıkıp Dicle Nehri'ne bakıyoruz. Cahit Sıtkı Tarancı ve Ahmed Arif'in evini gezdikten sonra Gazi Köşkü'nde öğlen yemeğine oturuyoruz. İçliköftenin, çiğköftenin, duvaklı pilavın, sumaklı dolmanın, meftünenin tadına bakıyoruz. (Arka fonda "
Makaram sarı bağlar, kız söyler gelin ağlar türküsü çalmaktadır) Finali ünlü burma kadayıfıyla yaptıktan sonra Hasankeyf'e doğru yola çıkıyoruz. Klişeler ve folklorik önyargılarla dolu gezginlerimize bu kadar yeter. Tarihi insanoğlu kadar eski Diyarbakır'a ayrılan sürenin sonuna geldiniz. Mehmet Atlı,
Hepsi Diyarbakır kitabında "Dur ey yolcu" diyor, buraları bir de benden dinleyin... Onu müzisyen olarak tanımıştım. Gitarıyla Kürtçe, Türkçe söylediği türküleri yorumlayışı dikkatimi çekmişti. Mimarlık fakültesi öğretim üyesi ve doktora öğrenciliğinin yanı sıra aynı zamanda harika bir kalemi olduğunu da kitabından öğrendim. Kitabının alt başlığı önyargıları aşma yolunda zor ama zorunlu bir yolculuğa çıkacağımızı muştuluyor: Herkesin bildiği kimsenin bilmediği... Diyarbakır'ı biçimlendiren, anlamlandıran eski şehrin dört bir yanını saran surları ve Mezopotamya'nın simgesi Dicle Nehri'dir. Kentin en eski halkı Ermenilerin sur içindeki yaşamını Mıgırdiç Margosyan ne de güzel anlatır. O günlerin Diyarbakır'ında kediler bile dört dil bilir. Kedi Mestan Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Zazaca seslenilmesine rağmen kilerden hırsızlık yapmayı sürdürür. Ta ki terliği yiyene kadar... Mehmet Atlı, bu kadim şehrin surlarla, suyla olan ilişkisiyle başladığı kitabında kişisel tarihinden de örnekler vererek ilerliyor. Surları mimari açıdan değerlendirdikten sonra insana yöneliyor: "Surlar, içerisiyle dışarısını farklılaştırmış, yüzyıllar içinde Suriçi'ne özgü-her manada- bir asabiyet, bir insan tipi yaratmış gibidir. Öyle ki dünya, pek çok sur kentindekinden daha belirgin bir şekilde, surun içi ve dışı olarak ikiye ayrılmış durumdadır denebilir. İçeride, birçok dilin karışımından oluşan bambaşka bir dil konuşulur (du). Etnik-dinsel-mezhepsel-sınıfsal ve dahi cinsel çeşitlilikleriyle bir tuhaf karışım, uzun yüzyıllar kısmen birbirine değmeden, kısmen de değerek yaşamış, buralara özgü bir folklor yaratmıştır. Kentin bugüne kadar süren nüfus hareketleri, sürgünler, katliamlar, sığınanlar, iskan edilenler... Velhasıl, ister Ermeni, Süryani ister Kürt ya da Türk olsun, 16. ya da 20. yüzyılda yaşamış olsun, esasen Suriçili diyebileceğimiz bir Diyarbakırlı tipi (tipleri) neredeyse günümüze kadar söz konusudur." Yazara göre; "bütün bunları bir duvar yapmış gibidir."
Şehir sur içine sığmaz olunca Ofis ve Yenişehir'e doğru büyür. Çok katlı apartmanlar, devlet binaları, anıtlar, okullar, hastaneler, sinemalar, pavyonlarla yeni bir yaşam tarzı inşa edilir. Hemen yanıbaşına, ortasından tren yolunun geçtiği bir zamanlar bereketli üzüm bağlarının olduğu alan gecekondularla dolar. Göçlerle büyüyen devasa bir yer olur Bağlar. Havaalanı, istasyon ve işkenceleriyle meşhur cezaevi de buradadır. Mehmet Atlı, Bağlar'ın da fotoğrafını çekiyor... Ama orası hiç de folklorik, ilginç değildir. Orası "Diyarbekira Reş (Kara Diyarbakır), Diyarbekira Xopa (Viran Diyarbakır) ya da Diyarbekıra Şewiti (Yanmış Diyarbakır)"dır. "Göçmenler Caddesi, Pasaj ya da işhanı gibi dönemin alışveriş alışkanlıklarını yansıtan yenilikler... Şeytan Pazarı adında sevimli mi sevimli bir semt pazarı, canlılığını hâlâ koruyan tren istasyonu ile kendiliğinden/organik mekansal ilişkiler kurmuş dokular... Okulları, camileri, Karadeniz balıkçısı, hatta birahaneleri, gazino benzeri ortamlarıyla yeni yeni kentsellikler üreten ya da bunlarla tanışan ve Kurmanci, Zazaki, Arapça konuşanlar, daha başka aksan konuşan Çüngüşlü yerli Türkmenler, Bulgaristan göçmeni Türklerden oluşan ve Diyarbakır ağzında buluşan (bazen de buluşamayan) bir kalabalık. Okullarda, tandır başlarında, kahvelerde, damlarda, avlularda, boş arsalarda, sokak düğünlerinde birbirini ve Diyarbakır'ı ve şehri tanımaya başlayan bir kalabalık..." Mehmet Atlı, anıtları, parkları, cemevini, cadde, sokak ve bulvarları da unutmuyor. 1915'teki Ermeni tehcirini anlattığı bölüm ise yüzyıllar ötesinden bir ağıt gibi...
Demiryolcu olan babasının izinden giderek istasyonlar ve çevresini ele aldığı bölüm, Diyabakırsporlu futbolcu Vehbi, tesisatçı Seyfi Usta ve dedesinin rüyası gibi kitaba serpiştirilen insan hikayeleri ise dili ve anlatımıyla övgüye değer. Ondan öyküler ve romanlar geleceğinin de müjdecisi sanki... Atlı özetle diyor ki; Diyarbakır bir Kürt şehri olduğu kadar bir Türk ve Ermeni şehridir aynı zamanda... Diyarbakır bunca felaketten sonra bir dünya şehri olmalı. Ona yakışan da budur.