Yönetmen Christopher Nolan, 2000'lerde üç filmlik Batman serisinde, fantastik dünyanın içinde anlatılan çizgi roman hikayelerini gerçek dünyaya taşıyarak yeni bir anlatının fitilini ateşlemişti. O gün bu gündür de süper kahramanlık hikayelerinde hep bu anlatı kullanılır oldu. Kahramanlar ve anlatılan hikaye ne kadar fantastik olursa olsun, olaylar gerçekçi bir atmosferde yaşanıyor ve filmlerde 20. ya da 21. yüzyıl dünyasına hem politik hem de sosyolojik göndermeler yapılıyordu. Böyle böyle bugünlere geldik. Yönetmen Todd Phillips ise Joker filminde bu anlatıyı bir adım daha öteye taşıyor. Batman'ın en esaslı düşmanı olan ve Nolan'ın Kara Şövalye filminde kötü adamlıktan bir anti-kahramana terfi ettirdiği Joker'i fantastik dünyanın bir unsuru olmaktan tamamen çıkarıp onu gerçek bir karaktere dönüştürerek hikayesini anlatıyor.
Dolayısıyla karşımızda kanlı canlı bir Joker var. Phillips, Joker'i bize sistemin işlemediği, düzenin bozulduğu Gotham şehrinde palyaçoluk yaparak yaşamını sürdürmeye çalışan Arthur Fleck olarak tanıtıyor. Gergin olduğu zamanlarda istemsiz bir şekilde gülmeye başlayan Fleck, yaşadığı psikolojik rahatsızlığı bir şekilde aşmanın ve ileride iyi bir komedyen olmanın derdinde. Ama, annesiyle birlikte yaşayan bu yaralı ruha ne sistem ne de çevresindekiler iyi davranıyor. Horlanan ve hatta ucube olarak görünen biri o. Tıpkı yaşadığı şehir Gotham gibi bir çıkışsızlığa sürüklenen Fleck de içine kapanıyor ve bu süreç onun Joker'e evrilmesinin kapıları aralanıyor.
TARTIŞMAYA AÇIK BİR FİLM
Felekten Bir Gece serisiyle tanıdığımız Todd Phillips, 1970'lerdeki yeni Amerikan sinemasının sinematografisini hatırlatan, tamamen karanlık bir atmosferde geçen, karakter odaklı bir film ortaya koyuyor. Ve bütün bunlara rağmen filmin kaderini göbeğinden Joker'i canlandıran Joaquin Phoenix'in performansına bağlıyor. Phoenix de bırakın Oscar'ı sinema tarihine geçecek bir performans sergileyerek filmi çok çok yukarılara taşıyor. Neticede Joker, film, yönetmenlik, oyunculuk olarak üst düzey bir yapım...
Fakat filmde hikayesi anlatılan Joker, riskli bir karakter. Tabii sinemada bu tür riskli karakterleri çok iyi anlatan filmler oldu. Robert De Niro'nun filmdeki varlığından dolayı hemen aklımıza gelen Taksi Şoförü gibi... Fakat Todd Phillips, bu tür karakterleri anlatırken genel olarak yönetmenlerin karakterlere mesafeli yaklaşma kuralını uygulamıyor. Onu bozuk düzenin ya da politik olarak söylersek yeni dünya düzeninin horladığı sistemin dışana attığı bir mağdur olarak yorumluyor ve seyirciyi onunla empati kurmaya zorluyor. Ki bu da Joker'in her türlü şiddeti barındıran tüm eylemlerini meşru görme kapısını aralıyor. İlk elden yönetmenin bu tavrı, filmin bu anlamdaki politik bakışı, kötüyü ve kötülüğü meşrulaştırıyor diye sert bir şekilde eleştirilebilir. Ki bu tür eleştiriler karşısında diyecek de bir şey yok. Filme yönelik bu tür eleştirileri ilkesel olarak haksız bulmam.
Ama içinden geçtiğimiz zaman düşünülünce farklı bir durum da ortaya çıkıyor. Kötücüllüğün neredeyse zaferini ilan ettiği, insanın masumiyetini çoktan yitirdiği gerçeğinin her fırsatta dillendirildiği, post modernizmin etkisiyle değerler karmaşası yaşadığındığı şimdiki zamanda Joker sanki içinden geçtiği zamanın ruhunu sinemaya tüm karmaşıklığı ve çıplaklığı ile yansıtıyor. Ya da şöyle söyleyeyim, yeni dünya düzeninin yarattığı her türlü adaletsizlik karşısında yaşanacak kaosu yönetmen Phillips Joker'in hikayesiyle dillendiriyor. Hem de bu kaosun bir zorunluluk olduğunu, yaşanması gerektiğini iddia edip bu kaosu yaratanların kahraman olarak anılacağını savlayarak yapıyor bunu. Dolayısıyla Joker, film olarak iyi olsa da türlü tartışmaların da öznesi olacak.