Rengi kiremit kırmızısı. Şimdiden bu yoksul sokağın değerini birkaç kat artırdığı söyleniyor. Öyle ki, emlakçılar, civardaki binaları "Orhan Pamuk'un müzesini görüyor," diye tanıtıyor. Hiç kuşku yok ki, Masumiyet Müzesi sadece İstanbul'un değil, bu coğrafyanın en dikkat çekici müzesi olacak. Çünkü Masumiyet Müzesi'nde anlatılan her şeyi müzede görmek, insanda romanda anlatılanlar hakikiymiş duygusu yaratıyor. Kemal'in takıntılı bir aşkla sevdiği Füsun'un yarım bıraktığı 4 bin 213 adet sigara izmariti bile sergileniyor. Kapıyı Orhan Pamuk açtı. Heyecanlıydı. 1999 yılında müze yapma fikriyle satın aldığı bu binayı, romanın tasvir ettiği eşyaları bulma ve yerleştirme sürecini, geçirdiği uykusuz geceleri anlattı. Pamuk, Masumiyet Müzesi'nin aynı zamanda küratörü. Yeri gelmiş, müzesinin bir köşesi için film çekmiş, yeri gelmiş resim yapmış... İki saat süren müze gezimiz, çatı katında sona eriyor. Duvarda, romanın son cümlesi, Kemal'in "Herkes bilsin ki mutlu bir hayat yaşadım!"sözü yazılı. Pamuk'a "Siz de mutlu bir hayat yaşadınız mı?" diye soruyorum. Yanıtı "Evet, ama Kemal gibi övünerek değil. Benim kitaplarımı okuyanlar zaten mutlu hayat yaşadığımı anlar," oluyor.
- Ziyaretçiler çatı katına gelince bir sürprizle karşılaşıyor. Romanın ve müzenin asıl çıkış noktasıyla, el yazılarınızya... El yazınızla dolu defterler, aldığınız notların sergilendiği bölüm çok etkileyici. Sanki hepsi bu çatı katında yazılmış gibi... Hayalle, gerçek ve kurgu birbirine karışıyor...
- Romanı ve müzeyi birleştiren kuvvetli bağ, her ikisinin de benim tarafımdan çok uzun bir dönemde; kelime, kelime, eşya, eşya, resim, resim hayal edilmiş olması. Müzede sergilediğim eşyalar, romanda anlatılan eşyalara denk düşüyor. Ama kelime başka bir şey, eşya başka bir şey. Kelimenin kafamızda canlandırdığı hayal bir şeydir, bir zamanlar kullandığımız eski eşyanın hatırası başka bir şey. Hayaller ve hatıralar birbirine yakındır ve romanımla müzenin yakınlığı bundan kaynaklanıyor. Kemal, herkesin gözünde bir çeşit mutsuzluk, yenilgi olan acıklı aşk hikayesini olumlu bir hikayeye çevirmek ister ve o zaman Füsun'a duyduğu aşkın, kendi hayatını nasıl mahvettiğini ya da değiştirdiğini, hatta nasıl olgunlaştırdığını anlatmak için bu müzeyi yapar. Romanda anlattığım gibi, Kemal sekiz yıl yaşadığı çatı arasında çoğunlukla yatağa uzanır, örtüden çıkardığı yastığa başını dayar ve tavana bakarak anlatırdı. Bu hikaye gerçek mi, gerçekten bir Kemal var mıydı, yok muydu? Roman sanatı zaten bu belirsizlik üzerine kurulmuştur. Bir şey okuruz, 'Yazar bunları yaşadı mı, uyduruyor mu?' diye sorarız. Aslında kitabı cazip kılan budur. Ama müzelerde böyle bir şey yoktu şimdiye kadar. Yani müzede gördüğünüz her şey gerçekti. Bu müzede ise ilk defa tarihte, bir romanda anlatılan 'şeyler' gösteriliyor. Ama öte yandan da bu roman, bizim tanıdığımız, bildiğimiz 1950-2000 arası İstanbul eşyalarını anlatıyor.
-Müze kataloğunu da siz hazırladınız. Şeylerin Masumiyeti adını verdiğiniz bu kataloğu romancı kafasıyla mı, müzeci bakışıyla mı yazdınız?
- Şeylerin Masumiyeti, müze açıldıktan 15 gün sonra çıkacak. Bu katalog müzeyi açıklamıyor, ama romanın nasıl müzeye dönüştüğünü anlatıyor. Bazı yerlerde Kemal'in bazı eşyaları nasıl bulduğunu, benim nasıl bulduğumu, sonra bu eşyalardan nasıl vitrinler, kutular yaptığımızı anlatıyor. Her şeyde olduğu gibi iş büyüdü büyüdü, katalog olmaktan çıktı, bağımsız bir kitap oldu. 1999 yazında, Çukurcuma Hamamı'nın 50 metre aşağısında müze yapma fikriyle aldığım bu binanın her aşamasını, romanımın müze olma sürecini, yıllarca eşya biriktirdikten, vitrin kutularını bir sahne gibi hayal ettikten, onları çizdikten sonra müzeye yerleştirilişlerini, her şeyi anlattım. 2011'in bahar ve yaz aylarında, herkes beni yurtdışında bilirken, bütün gün küçük ayrıntılarla uğraşarak müze binasında geçirdiğim altı ay, içimdeki ölü ressamı yeniden hayata döndürdü. Yıllarca tek başıma bir odada roman yazmış olan ben, şimdi ortak bir amaçla, mutlu bir kalabalıkla birlikte, üniversite yıllarımda resim yaparken aldığım zevkle çalıştım. İstanbul'un büyük eksiği, bir büyük İstanbul Müzesi olmamasıdır, olur inşallah bir gün. Fakat Masumiyet Müzesi bir romanın müzesi olarak, aynı zamanda mütevazı bir İstanbul gündelik hayat müzesidir. İlk İstanbul aşk ve hayat müzesidir. Sinema biletleri, otobüs biletleri, günlük hayatta kullandığımız telefonlar, jetonlar, elbiseler, oyun kağıtları, tabii ki fotoğraflar, vapurlar, şehrin sesleri, gemi düdükleri vs. İstanbul'un gündelik hayatını anlatan her şeyi göreceksiniz Masumiyet Müzesi'nde.
- Müze kitabında manifestonuz var. Neden bu manifesto?
- Batı medeniyetinde, pazarları kiliseye gider gibi müzeye gitme alışkanlığı yerleşti. Batı'da müzelerin derin hayatla, maneviyatla bir ilgisi var. Müzeler ait olduğumuz milleti, kültürü, tarihi bize gösteriyor, ama daha çok resmi yerler. Daha çok devletin, milletin yaptığı şeyler gösteriliyor ama tek tek bireyleri göstermiyorlar. Müzeler tek tek bireyler üzerine kurulamıyor. Bunun sebeplerinden biri de çok pahalı olması. Şimdi bu parayı devlet ya da büyük kurumlar verdiği için onlar da kendi reklamlarını yapmak istiyor. Benim mütevazı manifestom şunu söylüyor: Müzeler büyük ve pahalı olmayabilir. Küçük bir aile üzerine, bir kişinin hayatı üzerine küçük müzeler yapabiliriz. Bunların masrafı da çok olmayabilir ve o zaman sıradan vatandaşın, güçlü olmayan kişinin, çok daha ilginç olan hikayesini anlatabiliriz. Artık devletin hikayesinden çok, bireyin hikayesini anlatmalıyız. Masumiyet Müzesi bunu yapan küçük müzelerden biri.
- Bu müzeyi yaparken dünyada hangi müzelerden ilham aldınız?
- Çok müze gezdim. Kitaplarım Avrupa'da ilk çıkmaya başlayınca, sokak arkalarındaki küçük müzeleri çok sevdim. Çünkü orada bir duygu uyanıyordu içimde. Masumiyet Müzesi'nde de o duyguyu uyandırmaya çalıştım. Bir zamanlar birileri hayatlar yaşamış, o çağlar bitmiş, o adamlar tutkulu olmuşlar, paralar harcamışlar, âşık olmuşlar, hırslara kapılmışlar, unutulmak istememişler, bir şeyler yapmak istemişler. Ama tabii zaman geçmiş, onların önemi kalmamış. Uyuklayan bir bekçi, bazı eşyalar, yerlerde gıcırdayan ahşap... Ben bu müzeleri çok severdim. Onların bir havası, bir ruhu var. O yaşadığınız şehrin, kültürün derinliğini, oranın tarihini hissediyorsunuz. Milli savaşları, diplomatik olayları, bir padişahın, kralın tahta oturmasını değil, insanların günlük hayatını görüyorsunuz. Bakın, mesela Benim Adım Kırmızı adlı romanım da tarihi romandır, ama padişahların kahramanlıklarını anlatmaz. Şeküre'nin mutfaktaki dertlerini, çocuklarına günlük hayatta mutfakta ne pişirdiğini, hangi eşyaları kullandığını anlatır. Padişahla ilgilenmez o roman.
Çok yetenekli insanlarla çalıştım. Tabi bazılarıyla da çok kavga ettim
- Sizin gibi, kafasında kişisel müze kurma fikri olan insanlara ne söylersiniz?
- Zor iş tabii. Ben talihliyim. Ödüller kazandım, en sonunda kendi kaynaklarımla böyle bir şeyi yaptım. Herkesin yapması kolay değil. Ama önemli olan, devletlerin böyle şeylere destek vermesi. Bunu anlatmaya çalıştım manifestomda. Bir de manifestom daha çok Asya'ya, şimdi hızla zenginleşen üçüncü dünyaya yönelik. Mesela bir Afganistan sergisine gittim, durmadan arkeolojik şeyler gösteriyorlar. Bugün yaşayan Afganlı nerede, onu saklıyorlar. Hâlâ herkes Louvre'u taklit ediyor. Ben de 'Ey Asyalılar, zenginleşiyorsunuz Louvre'u taklit etmeyin, küçük şeyler yapın, yaşayan vatandaşınızı anlatın,' diyorum.
- Müze kuracak kişi neyi göze almalı?
- Müze yapacak kişi, bana kalırsa, büyük bir bürokrasi ile boğuşmayı göze almalı. Yaşadığım şey, ev yapmaya benziyor. Yani boyacı, 'Abi perşembe geliyorum,'der, ancak cumartesi gelir, yanlış bir renge boyar ve sinirlenirsin. Yanlış anlaşılmasın, bizim boyacılar çok iyiydi.
- Küratör önemli değil mi?
- Küratör bendim. Her şey benim zevkime göre oldu. Tabii ki çok kaliteli arkadaşlarla çalıştım. Alman mimar ailesi Sunder-Plassman, İhsan Bilgi ve Cem Yücel'le çalıştım. O uyum ve anlayış çok önemli. Ama en sonunda kendi gözüme göre yaptım müzeyi. Sabır önemli. İnşallah müzem başarılı olur da, başkaları da özenir, bunu görmek isterim çok.
- Romancılıktan daha mı çok zorladı Masumiyet Müzesi?
- Müzeci ve romancı kafası birbirinden çok ayrı çalışır. Bu müzeyi yaparken şunu kavradım: İstediğin kadar aynı şeyi göster, görsel düşünmek ile kelimesel düşünmek, ayrı şeylerdir. Colombia Üniversitesi'ndeki öğrencilerime dersin sonunda 'Kapayın gözünüzü, kafanızdan bir düşünce geçirin,' diyorum. 'Şimdi açın gözünüzü, kafanızdan bir resim mi geçti? Yoksa düşünce olarak bir kelime mi?' Bazen kelime geçer, bazen de resim geçer. Kafamızda düşünceler; kelimeler ve resimlerin bir karmaşasıdır. Benim ruhumun bir yanında bir ressam, bir yanında bir edebiyatçı var. Bu ikisi ayrı kutularda duruyor. Müze, roman ve bu katalog bir üçleme oldu. Hepsini yan yana getirme çabası. Bir roman okuyunca kafamızda okuduğumuz şeylerin kendimize göre filmini çekiyoruz. Müzede, o filmini çektiğimiz şeylerin, yazarın kendisine göre eşyalarını göreceksiniz. Benim müzem, romanımın resmedilmesi değil, başka bir şey. Bir atmosferin yeniden yaratılması.
- Müzenizin logosu bir kelebek...
- Çünkü romanın başında ve müzede göreceğimiz gibi Füsun'un ilk düşürdüğü ve romanı harekete geçiren küpenin şeklinde kelebek vardı. Tıpkı benim romanlarımda, Kara Kitap'ta, Benim Adım Kırmızı'da olduğu gibi, pek çok şeyin iç içe geçtiğini göstermek için o kelebeği, gene romanın felsefesini anlatan, Aristocu zaman spiralinde de kullandık bu müzede.
- Günün sonunda Orhan Pamuk bu müzeden hangi duygularla çıkıyor?
- Mutluluk duygusuyla, verdiğim vakte değdi duygusuyla müzemden ayrılıyorum. 2011 nisanından eylülüne kadar, beş ay buraya her gün geldim, çalıştım. Pek çok çalışkan, gayretli arkadaşla. Akşamları çıkmak istemiyordum buradan. O kadar seviyordum. Ama ben romanıma da bağlıyımdır. Uğraştığım şeyi severim, sevdikçe daha çok uğraşırım.
- Büyük resme uydu mu müzeniz?
- Evet. Bir romanı, bir müzeyi hayal etmek yaprakları ile birlikte baştan aşağıya bir çınar ağacını hayal etmek gibidir. Hepsini bir seferde hayal edemezsiniz. Önce bir dalı hayal edersiniz, yapraklarını düşünürsünüz, dal dal, yaprak yaprak ilerlersiniz. Hepsini bir seferde hayal etme imkanı yoktur, ama gene de tecrübeliyseniz nereye doğru gideceğinizi, nasıl bir şey olacağını baştan sezersiniz. Ben kendimi talihli hissediyorum, çok yetenekli insanlarla çalıştım. Tabii bazılarıyla da çok kavga ettim. Bazı zorluklar çıkıyor, ama takım iyi çalıştığı zaman çok zevkli oluyor.
- Orhan Pamuk da Kemal gibi takıntılı mı?
- Yazar olarak ayrıntılara dikkat ederim, Kemal gibi dönüp dolaşıp aynı yere gelirim. Kemal gibi duygusalımdır, ama romanda anlattığım Kemal'in hikayesi, benim hikayem değil...
68 - İZMARİT
"Burada Füsun'un içtiği, yarım bıraktığı 4 bin 213 tane sigara izmariti var. 1976 ile 84 arasında Kemal Basmacı, uzak akrabası Füsun'un başkası ile evlendiğini öğrendikten sonra, tam sekiz yıl boyunca onu ziyaret etti. Önce utanarak, sonra da pek utanmadan. Çünkü artık aşkını saklayamıyordu. Akşam Füsun, annesi, babası televizyona bakarken, uzun yıllar boyunca onları ziyaret edip sigara izmaritlerini biriktirmiş. Füsun'un ölümünden, Kemal'in Füsun'ların oturduğu binayı müzeye çevirme kararından sonra, biz o sigaraları aldık. Kemal'in istediği gibi bir çeşit sanat eserine çevirdik. Kemal'in istediği gibi, her bir sigaranın altına Kemal'in duygularını, düşündüklerini kendi el yazımla tek tek yazdım. Bütün bir yaz, her gün iki saat kalıp, yazıyordum. Takıntı mı? Aşk mı? Bağlılık mı? Dönüp dönüp aynı yere gelmek mi? İnsanlar alay eder, ama Kemal bütün alay edilen şeyleri gururla bir sanat eserine, bir müzeye çevirdi. Uzaktan bakınca bir eski yazı levha gibi gözükmüyor mu?"
73 - FÜSUN'UN EHLİYETİ
"Romanda Füsun biraz özenir ve Kemal'le de arası düzelmektedir, kocasından ayrılmayı düşünmektedir, birlikte Avrupa'ya gideceklerdir. Füsun ehliyet almak ister. Bu kutuda, 56 Chevrolet'nin göstergesi, Füsun'un ehliyet sınavına hazırlanmak için yararlandığı sorulu-cevaplı kitap, ehliyet aldığı gün üzerindeki elbise, kolyesi vs. var. 1970'lerde ilk defa sokakta araba kullanan Türk kadınları ortaya çıkmaya başladı. Ondan evvel araba kullanan Türk kadını nadir bir şeydi. Bu yüzden Şoför Nebahat adlı bir film yapılmıştır. Ehliyet almak için bir kadının ne kadar ıstırap çektiğini, annem ehliyet alırken gördüm. Tıpkı Füsun gibi annem arabayı titrete titrete, sarsa sarsa, terleye üzüle vitesleri kullanmayı öğrenirken, ağabeyimle ben de arka koltukta kederle otururduk."
8 - İLK TÜRK MEYVELİ GAZOZU
"Meltem Gazoz'un reklam filmi, müzede benim yapımına karışmadığım birkaç eserden biri. Yönetmen Sinan Çetin'le reklamcı arkadaşı Serdar Erener bir arkadaşlık ruhuyla, güle eğlene, yazıp çektiler. Hatırlayacaksınız, 'Siz her şeye layıksınız' diyordu Inge. 2010 yılında, tıpkı 1974'teki Inge gibi, İstanbul'da mankenlik yapan bir genç Alman oyuncu buldular. Inge 'Siz her şeye layıksınız,' derken, tabii ki arkada Boğaz Köprüsü'nün gözükmesi gerekiyordu."
49- ONA EVLENME TEKLİF EDECEKTİM
"Babasının ölümünden sonra bir mektup gelir. Kemal, Füsun'un Çukurcuma'da bir eve taşındığını, kendisini davet ettiğini öğrenir. Tekrar onu geri kazanmak, suçunu affettirmek, ona evlenme teklif etmek için, tir tir titreyerek onları ziyarete gider. Ancak görür ki, Füsun başkasıyla evlenmiş. Füsun'u tekrar tavlamak, elde etmek için ona film yapması için imkan hazırlayacaktır, fakat bu kadar aşk acısı çektiği, aşkının başkası ile evlendiğini, damadın içgüveysi olarak evde oturduğunu görünce, acısını da dökemez. Yukarı kata çıkar, banyoya girer. Dışarıda yağmur yağıyordur. Aynaya bakar, gözyaşları dökülür. Kitabın en acıklı sahnelerinden biri, ama biz gene de onu eğlenceli kılmaya çalıştık. Fakir evin lavabosunu kirli bir şekilde muhafaza ettik, o dönemin bütün tıraş makinelerini bulduk. Bazı şeyleri kolay buluyorduk, çünkü insanlar fotoğraflarını ya da eski çakmakları saklamayı seviyor. Ama bazı şeyleri bulmak neredeyse imkansız. Bunu söylediğim gazeteyi okuyan duyarlı bir Alman okur, 1960'lardan kalan diş fırçalarını saklamış, 'Biriktirmiştim,' diye bana yolladı."