Adalet Bakanlığı'na müracaatımıza olumlu cevap geldiğini öğrendiğimde bir gazeteci olarak çok heyecanlanmıştım. Çünkü tutuklandığı ilk günden beri komploya maruz bırakıldığını yazdığım, söylediğim Hanefi Avcı'yı görecek ve hayatımda ilk kez bir cezaevine girerek bir tutuklu ile söyleşi yapacaktım. Ancak görüşmeyi birlikte yapacağım meslektaşlarım Abdurrahman ve Yahya'yla (Bostan) Silivri Cezaevi'nin kapısında buluştuğumuzda o mesleki heyecanım, anlatmakta zorlandığım başka bir duyguya dönüştü. Aslında biliyordum bu binayı. Yabancısı değildim. Çünkü 2009 yılında Ergenekon Davası'nın başladığı ilk gün duruşmayı izlemek üzere gelmiştim ama tabii o zamanki atmosfer çok başkaydı. Mahkemeye gelmiştim o gün. Cezaevi'ne değil. Anlayamamıştım yani o binanın ruhunun insanda nasıl bir tahribata neden olabileceğini filan.
Neyse... İlk kontrol kapısından geçtik. Sonra ikinci. Bu arada tabii üzerimizde cezaevi kurallarına aykırı ne varsa emanete bıraktık. Çok ısrar ettik bir fotoğraf makinesi ve bir kayıt cihazı içeri sokabilmek için ama bunun kesinlikle mümkün olamayacağını ve dilersek içerde cezaevi müdürlüğüne bağlı fotoğrafçıdan iki kare fotoğraf çekmesini rica edebileceğimizi aktardılar. Bu arada Silivri'ye vardıktan sonra fark edip hayıflanmıştım; 'Elimiz boş geldik' falan diye ama boşaymış. Çünkü dışarıdan yiyecek içecek filan içeri sokmak kesinlikle yasak. Allah'tan izin verdiler de imzasını almak için yanımda götürdüğüm Haliç'te Yaşayan Simonlar'ı içeri sokabildim.
Önümüzde bir görevli kaydımızı yaptırıp göz retinasının fotoğrafını çektirdikten sonra girdik mahpushaneye ikinci kontrol noktasından. Büyük kare bir salona soktular bizi. Sıra sıra masalar ve karşılıklı konulmuş beyaz plastik sandalyeler ile duvarlarda manzara resminden başka hiçbir şeyin olmadığı dört duvar bir salona. Görüşme odasıymış meğer. Sonradan fark ettim ki koğuştan geliş kapısının girişindeki duvar boydan boya pinokyo ve dedesini bir arada gösterir şekilde resmedilmiş. Ziyarete gelen çocukların cezaevi ruhundan etkilenmemelerini sağlamak içinmiş. Bu arada selamlaşmak üzere yanımıza gelen cezaevi müdürü görüşme yapacağımız masanın üzerine bir örtü istetti. Örtü gelmeden Hanefi Bey girdi içeri. Elinde James Bond benzeri bir çantayla. Şaşırdı kaldı tabii. Çünkü ona bizim o gün geleceğimiz bilgisi verilmemiş. Gazetecilerin kendisiyle görüşme talebi olduğundan haberdarmış ama kime izin verilip verilmediğinden haberdar değilmiş. Önce bir iki dakika baktı biz kimiz filan diye herhalde ama hemen sonra önceden tanışıkları olan Abdurrahman'a (Şimşek) yöneldi; 'Oooo Apo... Hoş geldin yaaa...' diyerek. Sarıldılar öpüştüler ve bana dönüp; 'Siz de hoş geldiniz Sevilay Hanım... Yanılmadım değil mi siz Sevilay Yükselir'siniz' dedi. Ve ardından Yahya'yla tanıştı. Oturduk. Tabii yapılan zulüm ruhunu öyle bir daraltmış ki düğmesine basılmış bir makine gibi konuşmaya başladı. Zaten biliyordum onunla ilgili skandal ötesi bir hukuksuzluk yaşandığını ama yapılanları bir de onun ağzından ve üstelik de tek tek belgeleriyle dinleyince paralel yapı denen bu gudubet örgütün bizim bildiğimizden çok daha tehlikeli ve insafsız olduğunu bir kez daha anladım. Bence Hanefi Avcı bir kitap daha yazmalı ve hatta adını da; "Bir kitap yazdım hayatımı nasıl karardılar?" koymalı. İlk kitabından sonra bugüne kadar yaşadıklarını anbean, belgeleriyle ve bütün kanıtlarıyla ortaya dökmeli! İnanın bu örgüt eğer birine kötülük yapmak, birini yok etmek isterse vicdan sınırları filan yok. Gerçekten çok acımasız ve çok gaddarlar. Dua edelim de bir an önce temizlensin ülke bunlardan. Aksi halde ben düşünemiyorum bugün onlara karşı mücadele edenlere ileride neler yapabileceklerini.