Onunla Avrupa Sarayı'nda, yani Avrupa Konseyi binasında tanıştım. Soğuk mu soğuk bir Strasbourg gününde, üşümeyi göze alarak tiryaki arkadaşlarımla birlikte bir sigara molası için balkona çıktığımda.
Türkçe konuşmamıza kulak kabartınca, "Bizden" olduğunu anladım. Uzatmayayım; birkaç dakika sonra o da grubumuza dahil oldu.
Adı: Prof. Dr. Mehmet Çağlar. KKTC'nin Avrupa Konseyi'ndeki iki üyesinden biri. CTP'li. (Not: Diğer üye iktidar partisinden, UBP'den Ahmet Eti.)
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin genel kurul salonu yarım ay biçiminde. Koltuklar 30 numaradan başlıyor, 8 sıra halinde 435'e kadar gidiyor. Parlamenterler soyadı sırasına göre oturuyorlar. A'dan Z'ye. Örneğin, Türkiye delegasyonunun bazı üyelerinin koltuk numaraları şöyle:
Ruhi Açıkgöz: 30, Lokman Ayva: 54, Mevlüt Çavuşoğlu: 89, Erol Cebeci: 90, Birgen Keleş: 210, Haluk Koç: 211, Ertuğrul Kumcuoğlu: 218, Nursuna Memecan: 258, Tuğrul Türkeş: 396, Özlem Türköne: 397, Mustafa Ünal: 400...
"Siz kaç no'lu koltukta oturuyorsunuz?" diye sordum Mehmet Çağlar'a. Hüzünle gülümsedi; "Biz zurnanın son deliğiyiz" dedi, "Hem de ötmeyen, hiç ses çıkarmayan deliği..."
492'ydi koltuk numarası. Genel kurul salonunun hem içinde, hem de dışında. Ya da bir ayağı içeride, öbürü dışarıda. Çünkü, 2004'teki referandumdan sonra Avrupa Konseyi'nin kararı uyarınca Parlamenterler Meclisi'nde Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kontenjanına düşen 5 üyelikten 2'si Kıbrıs Türkleri'ne ayrılmıştı ama bir koşulla: Konsey'e tam üyelik hakkı tanınmadan. Yani bir tür gözlemci-konuk parlamenter arasındaki bir statüyle çalışmalara katılıyorlar.
Bir başka deyişle, Parlamenterler Meclisi'ndeki oturumların aktif katılımcısından çok seyircisi durumundalar.
Sordum: "Zor olmuyor mu böyle yarı var yarı yok statü?"
Yine acı bir gülümseme: "KKTC de öyle değil mi zaten?"
Konuyu değiştirmeye çalıştım: "Kıbrıs'ta gerçekten bu yıl çözüm olabilir mi?"
Cevap: "Ya olacak ya olacak. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'un iki tarafın da kulağını çekmesi zamanı geldi."
Sordum: "Kıbrıs'ta iki taraf da çözüm istiyor mu?"
Cevapladı: "Soruyu nasıl yönelttiğinize bağlı. Biliyorsunuz, referandumda Rumlar'da 'Hayır', bizim tarafta 'Evet' oyları ağır bastı. Kamuoyu araştırmalarında bizim tarafta 'İki federe devletçik temeli üstünde yükselen bir federal devlete dayalı çözüm istiyor musunuz?' diye sorulduğunda, neredeyse yüzde 70-75 oranında 'Evet' çıkıyor. Ama 'Böyle bir çözümün gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz?' diye sorduğunuzda, yine yüzde 70-75 düzeyinde 'Hayır' çıkıyor. Yani bizim insanlarımız çözüm istiyorlar ama çözüm olacağına inanmıyorlar."
Sordum: "Ya Rum kesimi?"
Cevapladı: "Onlarda da çözüm isteyenler görünüşe göre çoğunlukta ama çözüme ulaşılacağına inananlar azınlıkta."
"Kolay değil" dedim, "Türk tarafı 1963'te koptu birleşik Kıbrıs'tan, Rumlar ise 1974'te... 1963 trajedisini yaşayan Türkler'den artık pek azı hayatta. 1974 müdahalesini yaşayan Rumlar ise kendi kesimlerinde iyice azınlık durumuna indiler. Yani iki tarafta da birbirine yabancı iki topluluk yaşıyor. Nasıl birleşebilirler? Nasıl kaynaşabilirler? Hepsinden vazgeçtim, nasıl birbirlerine ısınabilirler?"
"Olmayacak duaya amin" gibisinden kafasını salladı.
Sohbet uzun. Devamı yarın. Strasbourg günlerimin son notlarıyla birlikte...