10 Ağustos'ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimiyle Türkiye, 1999'da başlayan ve 2002'de AK Parti'nin iktidara gelmesiyle devam eden AB ve demokratikleşme sürecinin ikinci aşamasına geçiyor. Bu süre içinde birinci cumhuriyetin, soruna dönüştürdüğü başta Kürt meselesi olmak üzere tüm sorunlar masaya yatırıldı, tartışıldı ama çözülemedi.
Aynı şekilde ekonomide elde edilen başarıyla ulaşılan 10 bin dolar civarındaki milli gelir de uzun süredir aşılamadı. Bu nedenle Türkiye'nin siyasi ve ekonomik sorunlarını çözecek, kurumsallaşmayı sağlayacak yeni bir hamleye, ikinci bir sıçramaya ihtiyacı var.
30 Mart yerel seçimleri bu sıçramanın önünü açacak en kritik eşikti. Onu 10 Ağustos'taki cumhurbaşkanlığı seçimleri izleyecek. İlki tüm saldırılara rağmen aşıldı, ikincisinin aşılma ihtimali daha fazla. Böylece 10 Ağustos'tan sonra AK Parti'nin "yol açıcı" diye nitelenebilecek ilk 12 yılı kapsayan dönemi geride kalırken, ikinci sıçrama ve reform dönemi başlayacak.
Dış dünyadan ve iç muhalefetin değişmemesinden kaynaklanan sorunlarla elbette karşılaşacağız ama bu dönemin en kritik sorusu şu: Birinci dönemi güçlü lider Başbakan Erdoğan ve birlikte hareket ettiği "kurucu babalarla" aşan AK Parti'yi, Başbakan cumhurbaşkanı olursa kim yönetecek? Cumhurbaşkanı Gül mü geri dönecek, yoksa AK Parti kendi iç dinamiğini harekete geçirerek yeni dönemi yeni isimlerle mi götürecek?
30 Mart seçim sonuçları, AK Parti'de ikinci seçeneğin öne çıkacağını gösteriyor. Türkiye gibi AK Parti de köklü bir değişimle karşı karşıya. Cumhurbaşkanı seçimle gelecek. Seçim sistemi büyük olasılıkla değişecek ve üç dönem kuralı değişecek. Böylece AK Parti'de yeni kadroların öne çıkacağı bir dönem başlayacak.
Seçilmiş cumhurbaşkanıyla ilişki de eskisi gibi olmayacak, yeniden tanımlanacak. Bu ilişkiyi, 80'lerin sonundaki rahmetli Turgut Özal'ın cumhurbaşkanı olduğu yıllardaki Anavatan Partisi'yle ilişkisine benzetmek de doğru değil. Çünkü ne Başbakan Erdoğan Özal'dı, ne de AK Parti, Anavatan... Koşullar da siyasi aktörler de çok farklı.
Soylu atamasının anlamı
AK Parti güçlü bir lider partisi ama aynı zamanda kurumsallaşan da bir parti... Yeni dönemde bunun daha da derinleşeceği görülüyor. Başbakan Erdoğan bunun ilk ipucunu AK Parti Teşkilat Başkanlığı'na eski DP Genel Başkanı ve AK Parti AR-GE Başkanı Süleyman Soylu'yu getirerek gösterdi. Kamuoyunda fazla tartışılmadı ama partilerde teşkilat başkanı görevi gereği genel başkandan sonraki en önemli isim.
Eski merkez sağdan gelen Soylu'nun 30 Mart seçimleri sonrası bu göreve atanması AK Partililer için bile sürpriz oldu. Bu cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken "Yeni Türkiye"nin "Yeni AK Parti"sine bakışın bir işaretiydi.
Çünkü 30 Mart seçimlerinde iki şey çok daha net görüldü: Birincisi AK Parti sadece muhafazakârlardan oy almıyor. İkincisi de belediye başkanlıklarında, belediye meclis üyeliklerinde "milli görüş" geleneğini öne çıkarmak her ilin veya bölgenin sosyolojisiyle örtüşmüyor.
Soylu hamlesi, bunu değiştirmeyi, farklı toplumsal kesimlerle empati kurmayı ve parti içindeki çeşitliliği "vitrin" ötesine geçirmeyi hedefliyor. Aynı şekilde AK Parti MKYK'da iki isim daha değişti. Nurettin Nebati ve Abdulhamit Gül... Üçü de genç, sokağı iyi bilen ve siyasetin çekirdeğinden gelen isimler.
Başbakan'ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, bu değişimi şöyle yorumluyor: "Birileri AK Parti'nin içine kapanacağını, hatta Milli Görüş'e kayacağını düşünürken AK Parti'nin 'muhafazakâr ve demokrat' siyasi çizgiden gelen isimlere kucak açması, merkez partisi olarak konumunu pekiştirecektir."
AK Parti'nin her seçimi kazanmasının ve önümüzdeki süreçte de varlığını sürdürecek olmasının nedeni tam da bu: Değişimi hissedip gereğini yapıyor.