Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun değişmesi Meclis'in gündeminde... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bu konuda başta muhalefet partileri olmak üzere yeni bir süreç başlattı. Bu da Aralık MGK'sında yeni bir tehdit ve yeni bir dönemin belirlendiğini gösteriyor.
HSYK meselesi bu zeminde ele alınıyor. Süreci "siyasete tuzak" olarak görülen 17 Aralık operasyonu hızlandırdı ama bu noktaya geleceği belliydi.
12 Eylül 2010 referandumu HSYK için yeni bir yol açmayı hedefliyordu. Ancak o yolun farklı bir yöne sapmasını Anayasa Mahkemesi'ne götürüp seçim yöntemini değiştirenler yaptı. Böylece bugün gelinen noktada herkesin günahı var.
Çünkü HSYK, adalet dağıtması gereken yargının adaletsizliklerini görmezlikten geldiği gibi siyaset alanına da müdahale etmeye başlayan bir kuruma dönüştü.
Muhalefet, bu gerçeği "iktidar geçmişte yanlış yaptı" gerekçesiyle görmezden gelmemeli... Üstelik yıllarca o kurumun müdahaleleri sonucu yaşanan mağduriyetlere sahip çıktığını söyleyen bir muhalefet bunu hiç yapmamalı.
Ayrıca HSYK bir yargı organı değil idari bir kurum. Yasamanın bu idari yapıyı değiştirmesi yargıya müdahale değil. Ortada yanlış yapan bir kurum varsa siyasi iktidarın onu değiştirmesi anayasal görevi... HSYK'nın nasıl yanlışlara yol açtığını herkes biliyor.
Belki de bu yüzden Demokrat Yargı Eşbaşkanı Uğur Yiğit, "Bugünkü HSYK mı hükümetin önerisi mi?" sorusuna şu cevabı veriyor: "Bugünkü HSYK'nın sürmesi ölüm demek. Ben sıtmaya razıyım. Çünkü sıtmadan kurtulma umudu var."
HSYK değişmeden siyasete tuzaklar bitmez.
Yargı özgürlükçü mü?
Türkiye'de 1960'tan bu yana sivil iktidarların gücünü kurumlarla paylaştıran bir düşünce egemen. Bunun en yoğun hissedildiği alan ise yargı.
Yargı o günden bu yana statükonun "bekçisi" olmanın ötesine geçemedi. Darbe yapan, muhtıra veren askerler vardı ama onlar geri çekildiğinde o görevi yargı üstleniyordu. Kuvvetler ayrılığının üç ilkesinden biri olan yargı erkinin asıl işlevi buydu. Statükoya bağlılık, bize hep yargının bağımsızlığı olarak yutturuldu.
Hukukçu değilim ama bildiğim kadarıyla yüksek yargının 70'lerden bu yana demokrasiyi güçlendiren, özgürlüklerin önünü açan bir kararı yok.
Ama tam tersi çok kararı var. O çok övünülen siyasi iktidarların otoriterleşmesini engelleyen bir tavrına da tanık olmadım.
Ama darbelere destek olduğuna çok tanık oldum. 12 Mart'a, 12 Eylül darbesine, 28 Şubat'a, hatta 27 Nisan e-muhtırasına en büyük desteği yargı verdi.
Askeri darbeler karşısında kediye dönen yargı, sivil iktidarlar karşısında aslan kesilirdi. Ana işlevi hep sivil siyaseti dar bir alana sıkıştırmak oldu.
Bireyi değil, devleti önceledi. Öyle olduğu için de bu ülkenin en önemli sorunu Kürt meselesinde hiç ön açıcı olmadı.
Kürtçe savunma konusunda bile daha düne kadar her türlü engeli çıkardı. Türban meselesini içinden çıkılmaz hale getiren Anayasa Mahkemesi kararıydı. 367 garabetini de unutmayalım.
Bu yargı, AB ile uyum yasalarını da içselleştirmedi. Alın Anayasa'nın 90'ıncı maddesini... Türkiye 2004'te bir değişiklikle 90'ıncı maddeye şu önemli cümleyi ekledi:
"Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır."
Türkiye'de özgürlükçü bir yaklaşımla bu maddeyi uygulayan oldu mu? Olmadı. Daha vahimi, ceza yasasına askerler ve bürokratlarca zorla konulan gerici maddeleri bulup çıkardılar ve onlara göre karar verdiler.
Dün vesayet rejimine, bugün ise "Paralel Devlet"e göre karar veren bir yargı var.
Artık bu gidişe köklü bir reformla bir son nokta koymanın vakti geldi.