28 Şubat, her yönüyle toplum mühendisliği projesiydi. "Adli-maliidari bürokrasisi, medyası, ekonomisi, sivil toplum kuruluşları" ile ustaca örülmüştü.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, haftasonu MÜSİAD Genel Kurulu'nda, "Buradan suç duyurusunda bulunuyorum" dediği "ekonomik örümcek ağı" Hazine, Maliye, Özelleştirme İdaresi ve kamu bankaları ile özel sektörün büyükleri arasında gerilmişti.
Sahanın temizlenmesi için önce "bürokratik fişleme mekanizması" işletildi. İmzasız ihbar mektupları ile bazı bürokratların karar verici noktalara erişmesi önlendi. Ondan sonrası kolaydı...
***
O dönemde "teşvikler" çok önemliydi. Bu yüzden Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü'nde uzman-daire başkanı seviyesinde adeta "temizlik" yapıldı. Sürgünler yaşandı. Eş anlı olarak Anadolu'da yükselen sermayenin yatırım teşvik belgeleri teklemeye başladı. Örneğin, perakende sektörüne girmek isteyen, Konya'da modern alışveriş merkezi açan bir grup, onlarca engelle karşılaştı. Zira İstanbul'daki sermayenin potansiyel rakibe tahammülü yoktu. O patronlardan Ankara'ya ziyaretler de sıklaştı. Gurbetçi parası ile palazlanmaya çalışan şirketlerin hatırı sayılır bölümü kurdukları saadet zinciri nedeni ile hem bürokratlara hem de tekelci sermayeye maalesef kozlar verdi. Anadolu tarzı deneyimsizliğin giderilmesi yerine teşebbüslerin budanması yoluna gidildi. (Örnek: Kombassan)
***
Özelleştirme İdaresi'nin Anadolu'da satışa sunduğu işletmelere daha çok yerel işadamları talip oldu. Bu amaçla bölgesel güç birlikleri oluşturuldu. Anadolu sermayesine odaklı, mahalli kapasiteyi cesaretlendiren özelleştirmeler yapılmadı. Büyüklerin aldıkları ihalelerde finansman paketi oluşturulması için tanınan kolaylıklar, aynı cömertlikle küçüklere yansıtılmadı. Ya yeterli süre verilmedi ya da bankalar kredi açmakta isteksiz davrandı. (Örnek: Petlas'ın satış denemesi)
***
Anadolu'yu vergi denetimi ile baskı altında tutma politikası uygulanırken büyüklere kesilen vergi cezaları da 28 Şubat'tan sonra kıvrak manevralarla silindi. Bazı vergi yasaları, bizzat İstanbul'daki holdinglerden yazılarak Ankara'ya gönderildi. (Örnek: 1998 başında iptal edilen banka vergi cezaları ile TOBB'a gelen ve Maliye'de aynen benimsenen vergi yasa taslakları)
***
1990'ların sonunda Hazine borçlanma ihaleleri de hak edişe bağlanmış ödemelerin önemli bölümü de şeffaf değildi. Borç oluşur, ödeneği bulunamaz, finansmanında kimlere öncelik verileceğini bir iki bürokrat belirlerdi. Hazine'nin nakit ihtiyacını bilen, borçlanma ihalelerinde faizin hangi sınırdan kesileceğini kararlaştıran o isimler, birkaç büyük bankanın yöneticisiyle kol kola idi. (Örnek: Devlet Bakanı Fehim Adak'ın borçlanma ihalelerine müdahaleleri ve bankalara transfer olan bürokratlar)
***
Resmin son karesinde ise "öğretilmiş çaresizlik" vardı. O noktada IMF ve Dünya Bankası devreye girdi. Zaten İstanbul'daki sermaye, Ankara'daki işbirlikçi bürokrasiden yeterli bilgi topluyorlardı. IMF olmadan ekonominin kredibilite kazanamayacağı, dış kredi açılamayacağı, faizlerin düşmeyeceği, Türkiye'nin yapısal reformları yapamayacağı kabul edilirdi. Esasen, çok parçalı ve kısa ömürlü hükümetler döneminde makul görünen bu gerekçeler, ipleri elde tutan sivilasker bürokratlarca sonuna kadar kullanıldı. Kendi kendini besleyen çıkmazlar üretildi. IMF bile "uzun süreli programların bağımlılık yaratacağını" söylerken, bizimkiler "büyük sermaye-banka- bürokrasi-medya" ayakları üzerinde yükselen korku mimarisi inşa etti. (Örnek: 1997 baharında yazılan ve sızdırılan IMF Dünya Bankası mektupları)
Sözün özü...
Hiçbir ekonomik vurgun faili meçhul değildir. Yeter ki izi sürülsün!