Hayat ve doğa çok benzeşiyorlar.
İkisi de küçük ve basit şeylerin yan yana gelerek oluşturduğu büyük ve karmaşık bir yapı. Sanat tarihi kitaplarında "minimalist" olarak tanımlanan ABD'li sanatçı Sol LeWitt buna itiraz etmişti: basit (minimal) görülebilir ama demişti, bu sanatın da içerdiği çok karmaşık ve katmanlı yanları var, iş onları bulmakta.
1287 ile 1347 arasında yaşamış papaz Ockham'lı William da sonradan Ockham'ın usturası diye bilinen aslı lex parsimoniae yani cimrilik yasası olan bir kavram atmıştı ortaya. En basit unsurun, içinde en az hipotez barındıran seçeneğin en güçlü açıklayıcı, çözümleyici olduğunu söylemiş durmuştu. Yani "az çoktur" lafının bir başka düzeyde ifadesi. Hani şu, matematikte "en kısa yol" diye bildiğimiz mesele...
***
Evet, iş onları bulmakta. İnsan bazen kendi hayatının karmaşası karşısında da zorlanabilir, şaşırıp yılabilir. Oysa "anlamanın" formülünü yukarıda verdim: hayatın en basit, dna'sı, hücresi sayılacak o "şeyi" bulmak. Bu her insan için farklıdır ve galiba hayatı doğadan daha da sorunlu hale getiren budur: iki insanın birbirine benzememesi.
Benzemezlik herkesin hayata kendince bir anlam vermesinden kaynaklanıyor.
Eski bir dostum, insanın kaba saba yanlarını sevdiğini söylerdi.
Doğumlar, evlenmeler, karınları acıkınca insanların oturup ağız tadıyla basit ama hoşlarına giden bir şeyler yemeleri. Hayatın derdi sırrı burada yatar.
Doğrudur, o kaba-saba sıradan şeyler de bir lezzet verir, almasını bilene ama ben hayatın çok daha muhteşem, daha ötede bir şey olduğunu düşünüyorum. Ona bu niteliğini de "doğal" yanından uzak,
kültür ve uygarlık dediğimiz yanları kazandırıyor. Bakmayın siz o dostumun kaba saba yanlarını severim hayatın dediğini. Öyle derken bile o gündelik edimlerin belli bir "
gusto" içinde yapılmasını düşünür ve onları o "
letafet" içinde yapanları severdi.
Yani, hayat karmaşık olunca güzel.
***
Hiç imrendim mi hayatı böyle bir ağır akan su gibi çok yalın, sessiz, sakin yaşayan insanlara diye kendime sorduğumda yanıtım kesin bir hayır. Ne kadar yoğun, nefes nefese ve coşkuyla yaşanırsa hayat beni o kadar sarıp sarmaladı. O nedenle de daima
Attila İlhan'ın şiirinde söylediği gibi "
ben gidip başıma belalar aramışım..." Ne yapayım, hayatı zorlaştırmayı, zor problemlerle uğraşmayı çok sevdim. "Belalar" dediğim de daima çok çalışmak, daha çok çalışmak, daima yapacak bir şeylerimin olması, her şeyi zamanında yetiştirmek, hiç gecikmemek, hiçbir yere geç kalmamak çabası, bir şey iyi olsun diye huysuzlanmak, her şeyde huysuzlanmak, kimseyi en küçük bir noktada bile işime karıştırmamak...
Bunca çalışma belki de insanlara yakın olmayı, insan ilişkilerini sevmediğimden, kimseyle birlikte olmayı istemeyişimden, yalnızlığımı som bir maden gibi kendi kendime işlemek isteyişimden kaynaklanıyor.
Hiç de öyle "kocaman" diyemeyeceğimiz bir yıl gelip geçti işte ve geriye bakınca gerçekten benim için çok iyi, çok güzel bir yıl olduğunu görüyorum. Her zamankinden daha çok çalıştım. Elime aldığım işler, ne güzel, somut sonuçlara ulaştı.
Yazılar yazdım. Hepsini çok sevdiğim sergiler düzenledim. Birisini de hemen gelecek hafta açacağız. Her ne kadar dilediğim gibi, kendimle kalarak ve kentle iç içe geçerek yaşayamadıysam ve bu beni üzdüyse de çok yolculuklar yaptım, adeta bir kentten diğerine kendimi kovaladım.
İki çok sevdiğim kitabım yayınlandı, bu ay içinde, neredeyse aynı günlerde. Yılın en güzel kazançlarından biriydi bu. Onları elime aldığımda bir kere daha anladım ki, hayatın gerçek manası yaratmaktır. İnsan o anda kendisini Tanrılaşmış hissediyor, çünkü zamana kafa tuttuğunu anlıyor. Sonra, güzel filmler, kitaplar, sergiler, kadınlar... Hayatın estetikle örülmesi. Zor problemleri çözerken duyulan büyük haz...
***
Şimdi yeni bir yıl var önümüzde.
Herkes plan yapıyor. Ben de yapıyorum. Hâlâ çok işim var elimde.
Hâlâ harıl harıl, gece ve gündüz çalışıyorum. Hepsini büyük bir zevkle, mutlulukla yapıyorum, hiç şikâyetim yok. Ama bir tek "farklı" isteğim var. Çocukluk belleğim karla kaplıdır benim, uzak ve karlı bir coğrafyada gözümü dünyaya açtığım için olsa gerek. Son yıllarda onun yavaş yavaş eridiğini, belki 15 senedir göz göze bakıştığımız için, denizin onun yerini aldığını görüyorum.
Fransa'nın büyük, sarı, ortasında dürülmüş buğday silindirlerinin yer aldığı sarı tarlalarını, Amerika'nın önünüzde açıldıkça açılan, büyük ve kobalt mavisi gökyüzü altında, bir ovanın içinde sonsuza uzayan yollarını nasıl seviyorsam, şimdi büyük denizi, içinde yüzdüğüm denizi de o kadar seviyorum. Bütün bu yaptıklarımla birlikte ona, denize, dönmeyi, zaman zaman onda kalmayı, o mavi suya gömülmeyi istiyorum.
Umarım başarırım.
Gerisi mutluluk, eğer benim ve yakınlarımın sağlığı yerindeyse.
Herkese gönlünce bir yıl dileyerek...