Mecliste cereyan eden iki olay ve görüntüleri hafızama kazınmıştır. Birincisi şu: 1991 seçimlerinde SHP listesinden parlamentoya girmiş Kürt milletvekilleri Meclis'in açıldığı gün usul gereği kürsüye çıkıp yemin etmiş ardından da Kürtçe cümleler söylemişlerdi. Leyla Zana başına bir de sarı- kırmızı- yeşil bir bant geçirmişti, kimse kızmasın, darılmasın, gücenmesin, onu çocukça bulmuştum ama asıl mesele kopan kıyametti.
İkincisi daha da beterdi. Merve Kavakçı başında türbanla salona girdiğinde gene kıyamet kopmuş, Bülent Ecevit dayanamayıp kürsüye çıkmış, her zamanki belagati, kürsüyü kullanma yeteneğiyle kısa ama kitleyi ayağa kaldıran bir konuşma yapmış, sözlerini "Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz" gibi korkunç bir cümleyle tamamlamıştı.
Milletvekilleri gene bana göre çok çocukça bir şekilde el çırpıp tempo tutarak, hep bir ağızdan, ilk okul öğrencileri gibi, "dışarı... dışarı..." diye bağırıyorlardı. Sonunda Kavakçı salonu terk etti.
***
Bu olayın vahametini açıklayacak çok önemli bir sır
Ecevit'in konuşmasında kurduğu bir cümleydi: "
burası devlete meydan okunacak yer değildir..." Bu cümle aklımın almayacağı bir siyaset anlayışını yansıtıyor. Ecevit, parlamentoyu "
devlet" olarak görüyordu. Oysa parlamento tamamıyla odur, "
devlete meydan okunacak yer"dir. Parlamentonun tarihi bunu gösterir. Parlamentonun sebeb-i hikmeti budur. Nitekim Ecevit de
1977 seçimlerinden sonra kurduğu azınlık hükümeti programının müzakerelerine girmeyen AP milletvekillerine öyle sesleniyordu ve "adının kökünde 'konuşma' (parler) fiilinin bulunduğu bir kurumda kimse bu salondan kaçamaz" diyordu.
Şimdi, başı örtülü milletvekilleri parlamentodalar. Bu, açıkça, bir dönemin kapanmasıdır.
28 Şubat sanıyorum bu atılan adımla bitmiştir. Umarım bundan sonra
laikliğin çok daha
pozitif, geniş kapsamlı bir tanımı toplumsallaşacaktır.
***
Bugüne değin hep laiklik çerçevesi içinde ele alınan bu konunun başka bir boyutu daha var. Laikliği başörtüsü üstünden tartışmak aslında
kadınlık olgusunu tartışmaktı;
kadını pasifleştirerek, ikincilleştirerek tartışmaktı. Kadının kimliği, cinsiyeti, kişiliği (ki, çağdaş sosyal teoride artık bunların ayrılmaz bir bütün olduğu kabul edilmiştir) bu tartışmanın odak noktasını meydana getiriyordu.
Aslında bugün de öyle. Kadının başının kapalı olmasının inançla, özgür iradeyle, kadına dönük hegemonyayla ilişkisi sorgulanıp duruyor. Kısa etek, açık elbise giyen kadının sorgulanması da bir o kadar yanlıştır. Erkek değil konuşulan, kadın. Bu tartışmalar her manada onun
ikincilleştirilmesi ve
erkeksi bir dile ve bakışa mahkûm edilmesidir. (Bu tartışmanın uzanıp dokunacağı bir alanı söyleyeyim: "
hanım" kelimesi. Nasıl kadınlar
"bacı", "ana" olarak nitelendirilmeyi reddediyorsa umarım yakında "hanım" olarak tanımlanmayı da reddederler.)
***
Sonuç olarak başörtüsü sorunu
aşılmıştır ama
çözülmemiştir. Toplumun
de facto (fiili) olarak ortadan kaldırdığı bir konu Meclis'te daha fazla bir sorun olarak devam edemezdi. Parlamento toplumun temsil edildiği yerdir.
Kadın parlamenter sayısı kadar başörtüsü de mecliste başka bir muhakemeyle ele alınmalıydı, işte alınıyor. Ama bir büyük eksikle:
hukuk eksikliğiyle.
Başörtüsünün Meclis'te kazandığı serbesti mutlaka bir
hukuksal metne bağlanmalıydı. Kısıtlamanın aşılması bir
meşruiyete ve
toplumsal vicdandaki kabule bağlıdır, bunu anlamak mümkündür ama o meşruiyetin hukuki metne bağlanması hem
hukuk alanının hem de
laiklik tanımının genişletilmesi bakımından büyük yararlar sağlayacaktı. Umarım bu eksiklik kısa sürede giderilir.
Kaybedilen zaman ve çekilen çilelere ne olacak?