9 Mayıs Avrupa Günü idi. Ben de şu sıralar bu Avrupa konusuyla uğraşıyorum. Geçenlerde yeni bir kitap okudum. Başlarken kafamda bir soru vardı. Kendi meselemi çözdüm mü, tam bilemiyorum ama yeni ve çok önemli bir soruyla kitabın başından kalktığım açık. Kitap, Brendan Simms'in, Europe: The Struggle for Supremacy, 1453 to the Present: A History of the Continent Since 1500 (Avrupa: Üstünlük Mücadelesi, 1453'ten Günümüze) başlığını taşıyordu.
Simms, çok açık biçimde, Avrupa'nın sadece kriz anlarında birleştiğini ve genel olarak "Avrupa Birliği" anlayışının da kriz engelleyici bir model olarak ortaya çıktığını belirtiyordu. Benim sorumsa şu: peki, bugünküne benzeyen bir durumda, bir koşulda, yani kriz ortalığı sarmışken AB ne yapacak? Ortada açık bir çelişkinin bulunduğu muhakkak: krize karşı kurulmuş bir mekanizma kriz anında işlevsiz kalabilir mi?
Bu kendi içinde dehşet verici bir soru. Çünkü Simms AB'nin "sorundan koruyucu" olduğunu sorun çözücü olmadığını ısrarla belirtiyor. Mantığının bir adım ötesi de belli: madem ki, krizi de engelleyemedi, o takdirde AB veya benim daha çok sevdiğim bir ifadeyle Avrupa düşüncesi çökmeye mahkûmdur.
***
Böyle kendi kendime düşünürken, benim için hayatın zevki olan
Financial Times'ın Pazar ekinde, geçen hafta, meşhur "yemekli röportaj" bölümünde
Avrupa Parlamentosu Başkanı, daha önce
Sosyalist Grup Başkanı,
Martin Schulz'la yapılmış bir röportaj okudum. Strasbourg'da, bir akşam yemeğinde, Schulz, muhatabına, açık açık "
Avrupa tepe üstü düşüyor" demiş.
Sözü hiç dolaştırmadan söylemesi bir yana, gerekçesi de,
Simms'in yazdığına çok benziyor. Schulz,
AB'ye dönük uzlaşmanın (konsensüsün) sona erdiğini belirtiyor. Bir düşüncenin arkasındaki inanç bitmişse o düşünce de, üstüne kurulmuş yapı da çöker diyor. İşin bu noktaya gelmesinin gerekçesi de belli: AB, yaşadığı
(ekonomik) başarısızlıkla sarsılıyor. Hem de çok... Schulz, bu durumun teker teker ülkeler nezdinde de bir yansıması olduğunu belirterek,
Almanya'nın henüz ne yöne gideceğine karar vermediğini dile getirip
Fransa'nın bir "
psikolojik kriz" yaşadığını vurguluyor. Buraya yazmayayım ama gerekçesi çok önemli...
Bu da yetmedi, bu defa, benim hiç de o kadar sevmediğim ama önemi su götürmez
İspanyol sinemacı Pedro Almodovar Observer/ Guardian'a bir açıklama yaptı ve İspanya'nın "
ruhsal bir çöküşün eşiğinde" olduğunu söyledi, kendi filmi "
ruhsal çöküşün eşiğindeki kadınlar"a bir telmihte bulunarak. Bütün bunlardan sonra,
Avrupa krizi göründüğünden daha derindir dersem herhalde felaket tellalı sayılmam diyeceğim ama soru şu: neden işler bu hale geldi?
***
Herkes meseleyi
ekonomik yönden ele alıyor. El hak, doğrudur.
Yeni teknolojilerin ortaya çıkması,
finans ve üretim merkezlerinin Batı dışı bölgelere kayması, emeğin
dolaşım dinamikleri ortaya bu ekonomik sonucu getirmiştir. Ama ben işin içinde çok önemli bir siyasal boyut olduğuna da inanıyorum. O da şu...
Batı,
1989 sonrasında beliren
yeni siyaset dediğim olguyu kendi içinden çıkardı. Ama onun geniş, derin ve büyük sonuçlarına cevap veremedi. Önce
Cumhuriyetçiliğin sonra da
Sosyalizmin büyük vatanı olmasına karşın bünyesine gelen yeni unsurların yarattığı
çoğulculuğu kavrayamadı.
İslam başta olmak üzere kendisine katılan
göçmen kitleleri dışladı. Dolayısıyla
Schiller'in "
bütün insanlar kardeştir" şiirini korosunun sözleri yapan
Beethoven'ın
9. Senfonisini kendisine marş seçmiş bir birlik etrafındaki insanların inancını yitirdi.
O zaman da yaşlı kıta gerçekten yaşlandı ve işte, öyle, tepe üstü düşmeye başladı.