Sencer Divitçioğlu'nun öğrencisi olmadım ama ekonomi alanındaki yüksek lisans tezimi onun öğrencisi (ve galiba asistanı) Prof. Taner Berksoy'a yazdım. Zaten 1970'li yıllar boyunca, bırakın sosyal bilimcileri, tarihçileri ve iktisatçıları, edebiyatçıların bile harıl harıl tartıştığı ve Divitçioğlu'nun ilk kez derli toplu kaleme aldığı Asya Tipi Üretim Tarzı meselesi gündemimde olduğundan Taner Hoca ile Sencer Hoca'yı epey konuştuğumuzu anımsıyorum. O yıllarda Divitçioğlu'nun asistanı Prof. Asaf Savaş Akat'ın İktisadi Analiz kitabı henüz yayınlanmıştı. O da bu anımsamalara ve irdelemelere başka bir vesile teşkil ediyordu.
Aradan zaman geçti, o mahut ve meşum 1402 üniversite hocalarını tırpanladı. Sencer Hoca üniversite dışına düştü. Sonra tarihe yöneldi. Kök Türkler'le başlayan bir dizi tarih kitabı yazdı. Ben kendi payıma çok yararlandım. Ama o kitaplar yeteri kadar tartışıldı mı, emin değilim.
***
Sencer Divitçioğlu Anlatıyor (Yapı Kredi Yayınları) başlığı altında geçen gün yayınlanan bir kitabı görünce hemen aldım. Bir solukta okudum diyeceğim ama ne yalan söyleyeyim bazı bölümleri başlı başına teorik bir kitap gibi olduğundan biraz oyalandım.
Asıl dikkatimi Sencer Hoca'nın Marksizmden kopup tarihe yönelişini anlattığı bölümler çekti. Tedrici olarak ve çok uzun bir akademik- entelektüel çaba sonunda o noktaya geliyor. Divitçioğlu o sırada
Das Kapital'i çalışıyor. Bu konuda yazıyor. Fakat Kapital'in 1. cildiyle 3. cildi arasında teorik kopukluk ve çelişkiler görüyor. Açıklamak için uğraşıyor, olmuyor. O arada vakti zamanında benim de çok ilgimi çeken ve metin olarak da çok etkileyici bulduğum İtalyan asıllı Cambridge profesörü
Sraffa'yı yakalıyor. Onun bazı çözümler getireceğini umuyor/lar ama bir süre sonra Sraffa da yetersiz kalıp kenara itiliyor.
1980 dolaylarında, kendisinin "bilim" diyerek açıkladığı bir süreç sonunda Marx'tan büsbütün uzaklaşıyor. Tarihe yönelmesinde bir büyük etken de bu. Andığım şu son "nehir söyleşi" kitabında hoca tüm bu serüveni özetliyor ve Marx'ın öncelikle ekonomik alandaki "imkânsızlıklarını" dile getiriyor. Marx bitti diyor.
***
Divitçioğlu bunu sadece katı iktisat formülleri bağlamında değil (ne kadar severdim onları...)
Marx'ın sosyolojisi çerçevesinde de öne sürüyor.
Asya toplumlarının farklı yapılar kurmasına karşılık
Batı toplumlarının bütünüyle değişik özelliklere sahip olması Marx'ın dünyayı açıklamakta kullandığı tekli-doğrusal yöntemi çürütüyor ona göre. Üçüncü eleştirisi ise Divitçioğlu'nun Marksizmin
insanla ilişkisine yönelik. Marksizmin insan demesine rağmen insanı unuttuğunu vurguluyor.
Peki ne yapalım o zaman, meşhur soruyla söylersek,
Marx'ı yakalım mı?
Hayır! Benzeri bir soru sorulduğu zaman, kitapta, bu kritik eşik tek cümleyle aşılıyor. Divitçioğlu, "
solun yeniden tanımlanması" kavramını benimsiyor ve "
soldan yeniden bir şey çıkacağına inanıyorum" diyor.
Son zamanlarda tekrar ettiğim bir nokta bu: hani eskilerin deyişiyle, "cümlenin maksudu bir rivayet muhtelif" kabilinden, herkes "solda/n yeni/den bir şey çıkacağına" inanıyor ama o bir türlü bulunmuyor, bilinmiyor. Oysa bütün iş orada; "
yeniden üretim nasıl olacak?" sorusu bu beklenen tanımın
Gordion düğümü. Marx'ın yaptığı türden bir iktisat cebri, matematiği içinde olacağı kanısında değilim muhtemel formülasyonun. Ancak
insani planda oluşturulacak çözümlerle ve bir de yaşadığımız dünyayı algılayan, anlayan ve tanımlayan, onun aynı kategorik özelliklere sahip seçeneğini üreten modeller etrafında gelişeceği kanısındayım.
Bu da tarihsellik demek. Bir şey daha demek ama onu cuma günü anlatayım...