Bir ülkedeki demokrasi seviyesini ölçmenin yollarından birisi de tarihe yaklaşıma bakmaktır. Tarihin bir "bilim," yorumunun "tartışılmaz gerçeklik" biçiminde kavramsallaştırıldığı, bu işlemin devlet denetimindeki kurumlar aracılığıyla gerçekleştirildiği toplumlar, istisnâsız olarak, demokratik olmayan yapılardır. Bu tür tarih inşaının eleştirilmesi, alternatif okumalar sunumu ise demokratikleşme çabalarına işaret eder.
Toplumumuz tarihe aşırı önem atfeden, "tek, kesin, tartışılmaz" bir tarih kavramsallaştırmasının sıklıkla yapıldığı ve 1946 sonrasında tedricen alternatif yorumlara izin verilmesine karşın bunların sert eleştirilere maruz bırakıldığı bir yapıdır. Bunun temel nedeni ise tarihin resmî ideoloji çerçevesinde sadece geçmişi değil günümüz ve geleceği de açıklayan çok önemli bir ideolojik araç olarak görülmesidir. Bu yaklaşıma göre tarih öylesine bir ehemmiyeti haizdir ki onun uzmanlarca "tartışılmaz bir gerçeklik" olarak "keşfi," kitleler tarafından ise içselleştirilmesi gereklidir.
İlginç olan bu yaklaşımın tarih yazımının aslında bir "inşa faaliyeti" olduğunu reddederek onu bir "gerçeklik keşfi arkeolojisi" biçiminde kavramsallaştırmasıdır. Bu yaklaşıma göre tabiî bilimler mütehassısı meselâ, kimyager benzeri bir uzman olan tarihçi, tıpkı iki atom hidrojen ve bir atom oksijeni birleştiren her kimyagerin su elde etmesi gibi, mevcut belgelere bakarak geçmişi "başka türlü açıklanması mümkün olmayan" ve oluştuğu dönemin gerçekliğini eksiksiz yansıtan bir şekilde yeniden keşfeder.
Tarihe bu şekilde yaklaşılmasının ve onun devlet denetiminde üretilmesinin iki savaş arası dönemde demokrasilerin gerilemesi ve tek parti rejimlerinin doğuşuyla eşanlı olarak hız kazanması tesadüf eseri değildir. Almanya'da Historische Reichskommission'un 1935'te lâğvıyla yerine "Yeni Almanya"nın "tarihini" yazmakla vazifelendirilen bir kurumun geçirilmesi, Sovyetler Birliği'nde Stalin'in "yanlışlardan ve yabancı etkilerden arındırılarak üretilecek gerçek sosyalist tarih" in yazımı alanında Andrei Zhdanov'a bizzat yardım etmesi bu alanda verilebilecek ilginç misâllerdir. Bu tür tarih yazımının beraberinde getirdiği bir gelişme de üretilen tarihin kalitesinde görülen seviye düşüklüğüdür. Bu büyük çapta ciddî tarihçilerin böylesi tarih yazımı konusunda fazla istekli olmamalarından kaynaklanmaktadır. 1935'te Friedrich Meinecke'nin yerine Walter Frank'ın geçirilmesi bu olguyu olanca açıklığıyla ortaya koyar.
Erken Cumhuriyet dönemi Türk tarih yazımı da "tek, tartışılmaz" tarihî gerçeklik üretimi alanında verilebilecek ilginç misâllerden birisidir. Tek parti rejimi, bilimci ideolojisi çerçevesinde, biraz da Sovyet tarihçiliğini andıran bir yaklaşımla, evrenin oluşumundan İstiklâl Harbi'ne ulaşan bir zaman diliminin "tartışılmaz" tarihini üretmiş ve bunu sadece akademik yayınlar değil ders kitapları aracılığıyla da topluma benimsettirmeye çalışmıştır.
H.G. Wells'in eseriyle, Henri Berr'in "Beşeriyetin Evrimi" serisindeki değişik kitaplardan yapılan intihâllerin popüler antropolojik tezler ve Türk milliyetçiliği ile harmanlanmasından oluşan "Türk Tarih Tezi," fikrî sefaletine karşılık, evrenin oluşumundan, canlıların evrimine, din kavramının ortaya çıkışından, Türk İstiklâl Harbi'nin icrası ve Cumhuriyet siyasetlerine kadar her konuda tartışılmaz gerçekliği "tespit eden" Hegelyen yaklaşımıyla alanındaki en ilginç misâllerden birisini oluşturur.
Tespit edilen "gerçeklik"lere yönelik kuşkuları dolaylı yollarla dile getirmeye cesaret eden profesörlerin Tarih Kongreleri'nde lise öğretmenleri tarafından azarlandığı, "Üniversite Reformu" nda kapının önüne konulduğu bir ortamda orta öğrenim hocaları ile Hitit ve Türk kafataslarını mukayese eden antropometri uzmanları tarafından üretilen bu tarih, Türk İstiklâl Harbi'nin ne şekilde yapıldığını, canlı türlerinin nasıl oluşup evrildiğine benzer bir "bilimsellik"le açıklama iddiasını taşıyordu.
Tabiatıyla evrenin oluşumundan 1930'lara ulaşan bir sürecin tartışılmaz gerçekliğini "keşfeden" bu tarih, alternatif yorumları, tarihin demokratik ortamda üretimini şiddetle reddediyordu. Zaten ciddî tarihçilerin ses çıkarabilecek hali kalmamıştı. Resmî Tarih'e belgeler de kullanarak hatırât düzeyinde itiraz etmeye çalışanlar ise, Kâzım Karabekir misâlinde görüldüğü gibi, zecrî yöntemlerle engelleniyordu. Tarih tekti, tarihî gerçeklik "keşfedilmişti," kutsanan bu "gerçekliğe" alternatif yorumlarla itiraz ise vatan hainliği ile eşanlamlıydı.
Resmî tarihin en büyük başarısı inşa ettiği tarihin anlamlılığından ziyade, "bilimsel olarak" üretilen tarihî gerçekliğin tekliği fikri ve bunun tartışılmamasının gerekli olduğunu topluma kabul ettirmesi oldu. Bunun doğal bir neticesi olarak, 1946 sonrasında çok partili rejime geçişle beraber, bilhassa yakın tarih konusunda, bir tartışma başlamakla beraber ortaya konulan alternatif tarihler de tıpkı resmî tarih gibi tarihe bir "gerçeklik keşfi arkeolojisi" olarak yaklaştılar. Buna karşılık resmî tarih alternatif yorumları, hattâ bizzat farklı yorum yapılmasını "gerçekliğe saldırı" olarak kavramsallaştırmayı sürdürdü. Bu ise tarihimizi, kuruluş efsânelerimizi tartışarak demokratikleşmeye katkıda bulunabilmemizi önledi.
Alternatif tarih yorumları zannedilenin tersine gerçekliği zedelemek yerine toplumun demokratikleşmesine katkıda bulunurlar. Meselâ Meinecke'nin Alman otoriter devlet geleneğini sorgulayan Die deutsche Katastrophe çalışması böyle bir işlev görmüştür. Daha yakın bir misâlde, İsrail'de Benny Morris ve Tom Segev gibi isimlerin önderliğinde 1980'lerin sonunda ortaya çıkan "Yeni Tarihçiler," devletin oluşum efsânelerini (İngilizlerin devletin oluşumunu engellediği, Yahudilerin Araplar'dan çok daha zayıf olmalarına karşın mucizevî bir başarıyla İsrail'i kurdukları, Filistinlilerin topraklarını kendi istekleriyle terkettikleri) tartışmaya açarak toplumun demokratikleşmesine ciddî katkılar yapmışlardır.
Tarihimizin kutsal bir "gerçeklik" zırhından çıkarılması, tarihi farklı yorumlamanın "vatan hainliği" olarak değerlendirilmemesi ancak demokratikleşme ile mümkün olabilecektir. Buna karşılık tarihin farklı biçimde yorumlanması da demokratikleşme sürecine katkıda bulunacaktır. Bunlar gerçekleşmediği, herkesin kendi "tek ve tartışılmaz" tarihini inşa ettiği bir toplumda ise "benim tarihim senin tarihini döver" yaklaşımının ötesine geçmek mümkün olmayacaktır.