Siz ülkenizin ve hatta dünyanın tarihini değiştiren bir lider olabilirsiniz. Ya da ülkeniz tarihinin ne büyük zaferlerinden veya yenilgilerinden birini yaşamış olabilir.
Eğer bunlar bir film senaryosuna konu oluyorsa, gerçekler değil senaristin kafasındakiler olaya şekil verir. Daha doğrusu senarist ve filmin yapımcıları, izleyicilerin nelerden hoşlanacağını saptayıp, olaylara ona göre yön verirler.
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, Vietnam'da tarihinin en feci yenilgilerinden birini yaşamıştır... Bir süper devleti Ho Şi Minh'in gerillaları (Vietkong) yenip, perişan etmiştir.
Ama daha sonra Hollywood'un hayal fabrikalarında üretilen "Rambo" tek başına Vietnam'ı yenmiştir...
Son olarak Oscar alan "Argo" filmini değerlendiren Ali Saydam çok doğru olarak "Biz de MİT'i öven filme ödül versek" diye başladığı yazısına şöyle devam ediyordu dün:
Ali Saydam'ın yorumu
- Bizim Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) deniz aşırı bir ülkeye (Mesela Kıbrıs Rum kesimine) operasyon düzenliyor. Talihsizlikler birbirini kovalıyor. Uçaklar düşüyor falan. Bizimkiler çuvallayıp kayıplar vererek kaçışıyorlar oradan. Sonra aradan yıllar geçiyor...
- Birileri, 'Canım, işin aslı pek de öyle değildi. Bizim MİT'ten bir delikanlı inisiyatif kullanıp 8-9 kişiyi kaçırmıştı. Gelin bu hikâyeyi anlatalım' diyorlar. Altyapı oturmuş teknik olarak. İstesen de kötü film yapman zor... Ortaya çıkan film Antalya'da Altın Portakal'ı silip süpürüyor. En kıymetli ödülü de Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül Hanım'lardan biri veriyor..."
Kahraman beyazlar
İşin daha garip olan yanı, Hollywood sade Amerikalı izleyicilerin (veya seçmenlerin) değil bizlerin dünyaya bakış açımızı da etkiliyor. Veya yanlış yönlendiriyor.
Hatırlayın 1950'li 60'lı yıllarda Vahşi Batı'yı konu alan Hollywood yapımlarını.
Beyazları Kızılderililer kuşatırdı... Beyazların kurşunları bitmek üzereyken trompet sesi gelir ve Amerika bayrağını dalgalandıran kahraman süvariler alçak Kızılderilileri perişan ederlerdi. Bizler de rahatlardık.
Dee Brown'ın 1970'te yazdığı "Bury My Heart at Wounded Knee" (Türkçe'ye "Kalbimi Vatanıma Gömün" olarak çevrilmiştir) kitabı ertesinde Hollywood, Kızılderililerin beyazların soykırımına kurban gittiklerini hatırlamaya başladı. Siyuların 1890'da nasıl katledildiklerini de beyaz perdede görmeye başladık.
Siyasi senaristlik
Bu durumları irdeleyen bir "The New York Times" makalesinde (Confronting the Fact of Fiction and the Fiction of Fact) yazarlar Dargis ve Scot, filmlerde tarihin nasıl çarpıtıldığından örnekler verdikten sonra "Hollywood'a gerçeklerin fabrikası denilemez" yargısına varmışlardı.
İşin garibi senaristlikle hiç ilgisi olmayan bazıları da, bugünün Türkiye'sinde yaşanan gerçekleri ancak Hollywood'a yakışır biçimde çarpıtmaktan hoşlanmıyorlar mı? Bu gibi senaryo denemelerine "Siyasi yorumculuk" denildiği de duyulmuyor mu?
Mesela şaşılacak kadar şeffaf sürdürülen "İmralı Süreci" üzerindeki çeşitlemeleri okuyun, ne demek istediğimi anlarsınız.