İki gün sonra seksen dokuzuncu yıldönümü kutlanacak olan cumhuriyet, "bürokrat diktası" üzerine kuruldu. Bugün bu diktadan kurtulmanın mücadelesini vermektedir.
Elbette! Çünkü "hâkim sınıf" bürokrasiydi, savaşı da o kazanmıştı. Kurtuluş savaşımız bizlere hep yutturulduğu gibi bir "halk savaşı" değil bir düzenli ordu, yani bürokrat savaşıydı. Halk savaşmak istemiyordu, çünkü bıkmıştı. Fırsatını bulduğunda cepheden kaçıyordu.
İstiklal Mahkemeleri, sanıldığı gibi "şeriatla falan mücadele" için değil, sayıları binlere ulaşan asker kaçaklarını yargılayıp asmak amacıyla kurulmuştur. (Bu yanılgıyla yıllar sonra "yeni bir" halk savaşı başlatmaya kalkan solcu çocuklar ya öldürüldüler ya süründürüldüler. Halk onlara da sahip çıkmadı, elinin tersiyle itti.) İşçi sınıfı son derece cılız ve güçsüzdü, imparatorluğun burjuva sınıfını oluşturan gayrımüslimler de ya öldürülmüş, ya kovalanıp kaçırılmış ya da sindirilmişlerdi.
Bürokrat diktasına karşı çıkabilecek tek zümre din adamlarıydı, çıkmayı denediler de, ama ezildiler ve susturuldular.
Bürokrat diktası, örnek vatandaş olarak "memuru" yüceltti tabii. Kendi kendini!
Ordunun siyasete karışmadığı söyleniyordu ama yürütmenin baş aktörleri, başta Gazi Mustafa Kemal ve İsmet paşalar olmak üzere, hep emekli subaylardı... Birçok bakan, birçok milletvekili hep üniformasını çıkarmış subaydı.
Sivil memurlar, ancak onlara boyun eğdikleri ölçüde önemli mevkilere gelebildiler.
Bunun en iyi örneği de, iktisatçı Mahmut Celal Bey'dir (Bayar)... Çiftçi Adnan Bey'i de (Menderes) bunlardan sayınız.
Cumhuriyetin bürokrat diktası, bugün pek çok kişinin papağan gibi tekrarladığı "eğitim şart" şiarıyla, öğretmenlik mesleğini alabildiğine yüceltti. Öğretmenlik kutsal sayıldı. Para pek yoktu ama itibar çoktu.
Bugün öğretmenler, doksan yıllık bir "gazın" sönüvermesiyle, üç kuruş maaşları ellerinde, "niçin bu duruma düştük" diye şaşırıyorlar ve üzülüyorlar...
Hesabını, aynı yanılgıya pek gönüllü düşüp, altmışlı yıllarda bir ilkokul öğretmenini bir üniversite profesöründen "daha büyük adam" mertebesine yükselten sosyalistlerden sorsunlar!
Memurun yüceltilebilmesi, öğretmenin kutsallaştırılabilmesi için birtakım "mitler" gerekiyordu... Bir "mitoloji" yaratılmalı ve beyinler yıkanmalıydı.
Ünlü roman kahramanı Çalıkuşu Feride bunların en önde gelenidir. Feride'yi birçok ahmak yıllarca örnek bir "cumhuriyet öğretmeni" sandı.
Çünkü zahmet edip romanı okumuyorlardı (bu işi romantik genç kızlara bırakmışlardı!), ve de oturup düşünmeye, yani kendi ezberlerini bozmaya takatleri yoktu. Feride'yi Hülya Koçyiğit'ten ya da Türkan Şoray'dan seyretmek ve meseleyi anladığını sanmak da "zihin tembelliklerine" cuk oturuyordu.
Feride, Anadolu'ya gitmiştir ama "vatanı kurtarmak" amacıyla değil, "aşk acısı" yüzünden gitmiştir. Feride'nin Anadolu tutkusu da, eğitim aşkı da, sevdiği adama kavuşunca birdenbire sona erer, Feride İstanbul'a döner!
Feride bir Osmanlı "muallimesidir", roman 1922 yılında yayınlanmıştır, ortada ne cumhuriyet vardı, ne de savaşı kimin kazanacağı belliydi...
Bu ülkede herşeyin 29 Ekim 1923 günü başladığını sananlara, ondan önce mağarada yaşadığımızı düşünenlere ibret olsun. Ve de cumhuriyetimizin seksen dokuzuncu yıldönümünde, cumhuriyetimizin bugün niçin çatırdadığını anlayamayanlara armağan...