Hava sıcaktı. Otelin kafesinde kola içiyorduk. Çevremiz şemsiye ve şezlong doluydu. Müşteriler buradan kalkıyor, merdivenlerden inerek denize giriyordu.
Derken kapısında bir adam belirdi. 60 yaşlarındaydı ve sağlıklı bir görünümü vardı. Yüzünde kararlı bir ifadeyle yürüyordu.
Gömleği, şortu, sandaletleri ve koltuğunun altına sıkıştırdığı eski püskü plaj havlusu, "Ben bu otelin müşterisi değilim" diye bağırıyordu.
Şezlongların arasından geçti. Bel yüksekliğindeki enli duvara havlusunu serdi. Üstündekileri çıkardı. Başına yastık yaptı. Uzanıp güneşlenmeye başladı. İzlemeye devam ettik...
Bir süre sonra kalktı. Denize girdi. Yüzdü. Çıktı. Yine güneşlendi. Sonra tekrar yüzdü. Kurulandı. Giyindi. Havlusunu kolunun altına sıkıştırıp geldiği gibi gitti.
Evet, adam kesinlikle otelin müşterisi değildi ama görevlilerden kimse "sen kimsin" diye sormamıştı. Dubrovnik'in önde gelen otellerinden Rixos'taydık; hani Türk işadamı Fettah Tamince'nin oteli... Öyle bir otelde, böyle bir manzara garibimize gitmişti. (Ne de olsa Türkiye standartlarına alışmıştık.)
Ertesi gün otelin Türk yöneticileriyle tanıştık. Hazır onları bulmuşken, "Bu ne iş..." diye sordum.
Yağmaya alıştırıldık
Cevap bizim için şaşırtıcıydı: "Burada sahiller halkındır... Bizim otelde olduğu gibi set de yapsanız, havuz da inşa etseniz fark etmez. Hırvatistan vatandaşı gelir, yasadaki alanı kullanır. Engellemeye kalkışırsanız polisi karşınızda bulursunuz..."
Yani orada devlet demişti ki: "Ne yaparsan yap fark etmez. Bilmem kaç metresi kamu malıdır; halk istediği gibi kullanır."
Bu olayı daha önce de sizlere anlattım. Çünkü çok sarsıcıydı. Türkiye'de bizi alıştırdıkları sistemin tamamen tersiydi: Kıyı yağmasının, sahil gaspının neredeyse doğal bir durum olduğuna inandırdılar bizi...
Tersini söyleyeni, yani "sahiller halkındır" diyeni "komünistlikle" suçladılar.
Halbuki dünkü yazı üzerine ABD'den geçtiği notta okurumuz Erdem Akçalı bakın ne diyordu: "ABD'de de, Yunanistan'daki gibi plajlar herkese açık, parasız. Önce oteller, vs. sonra yol veya tahta veya betondan gezi yolu (bisiklet ve yaya için, koşu, yürüme, spor, oturma vs. için) sonra plaj... Ve kimse bir şey koyamıyor plaja. Sonra da deniz..."
Herkes yüzebilmeli
Başbakan Erdoğan'ın bu kıyı meselesini gündeme getirmesinin ilginç bir yanı daha var:
Biliyorsunuz muhafazakâr kesimin denizle ilişkisi pek yoğun değildir. Mesela pek yüzmezler (halbuki yüzme bilmek sünnettir.) Lüks daire ve otomobil alırlar ama yelkenli sahibi olanı üçübeşi geçmez.
Erkeklerin bir kısmı denize girer. Kadınlar arasında ise malum kaygılardan dolayı denize girenlerin oranı çok çok düşüktür. Balık ve deniz ürünleri tüketimi de diğer kesimlere göre azdır. (Ama ciddi artış var.)
Muhafazakâr kesimin içinden çıkan Başbakan Erdoğan'ın sahillere ilgi göstermesini bu açıdan da önemli buluyorum. İnşallah bu şahane girişim yarım kalmaz.