Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki temel belge olan Lozan Antlaşması ile Kıbrıs İngiltere'ye verilmişti. Osmanlı İmparatorluğu 1571'de fethedilen Kıbrıs'ı 1878'e kadar elinde tuttu. 1878'de ise Hariciye Nazırı Saffet Paşa ile İstanbul'daki İngiliz sefiri arasında imzalanan anlaşma ile Kıbrıs İngiltere'nin kullanımına tahsis edilecek ve İngiltere'nin Kıbrıs'ta asker bulundurarak adayı yöneteceği kabul edilecekti. Osmanlı Devleti, Almanya'nın müttefiki olarak İngitere'ye karşı da 1'inci Dünya Savaşı'na girince, İngiltere 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. Lozan'da ise antlaşmanın 20'nci maddesine "
Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 Kasım 1914'te ilan olunan ilhakını tanıdığını beyan eder" diye yazıldı. Böylece 1950'li yıllarda Kıbrıslı Rumlar örgütlenip İngiliz yönetimine karşı şiddet eylemlerine başlayıncaya ve Yunanistan'la birleşmek isteyinceye (Enosis) kadar, Türk iç ve dış siyasetinde Kıbrıs diye bir sorun var olmadı. Daha da ötesi bu döneme kadar Kıbrıslı Türkler büyük sayılarla Türkiye'ye göç etti. Bu göçler teşvik edilirken Ada'daki nüfus dengesinin Türkler aleyhine bozulduğu da hiç önemsenmedi. Çünkü Cumhuriyet'in kurucu liderleri olan Atatürk de, İsmet İnönü de, Osmanlı'nın son dönemindeki felaketlerden ders almışlar ve dış siyasette, dünya konjonktürüne ters düşmemeyi, antlaşmalara kesin olarak uymayı, sıcak anlaşmazlıklardan uzak durmayı temel çizgi olarak benimsemişlerdi.
ÇİZGİNİN KIRILMASI
Bu çizginin üzerindeki süreçte, Misak- ı Milli sınırları içinde bulunan bazı topraklardan da Lozan'da feragat edilmiş, 2'nci Dünya Savaşı dışında kalınmış, 1947'de "
12 Ada" Roma Antlaşması ile İtalya'dan alınıp Yunanistan'a verilirken bir girişimde bulunulmamıştı. Bu çizgi Kıbrıslı Rumların İngiltere'ye karşı başkaldırmaları üzerine, değiştirildi ve Kıbrıs, iç siyasetin de ipoteği haline geldi. 1950'lerde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhak edilmesi anlamına gelen "
Enosis" söylemleri, İngiliz yönetimine yönelik şiddet eylemleri ile tırmanırken, Türkiye'de de "
Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır" ve "
Ya Kıbrıs ya ölüm" sloganları meydan mitinglerinde duyulur olmaya başlamıştı. Daha sonra bu sloganların "
Ya taksim ya ölüm" şeklinde değiştiği de görüldü. Bu gelişmenin en acı sonucu Selanik'teki Atatürk'ün evine bomba koyulduğu haberleri üzerine, 6-7 Eylül 1955 akşamı İstanbul ve İzmir'de yaşayan Rumların evlerine, işyerlerine, kiliselerine ve hatta mezarlıklarına dönük yağma ve şiddet içeren kitlesel saldırılar oldu. Daha sonra Selanik'teki bombanın arkasında Türk görevlilerin bulunduğu da anlaşıldı. Bu gelişmeleri iyi yönetemeyen ve dış konjonktürü yok sayarak kitleleri sokağa döken iktidardaki Demokrat Parti'nin sorumluları, olaylar "
Bu bana ders olsun" denilecek noktaya gelmeden, uluslararası bir çözümü görüşmeler yoluyla aramaya başladı.
ÜÇ TEMEL ANLAŞMA
Zaten Yunanistan da Kıbrıs'ın ilhakını amaçlayan politikasını değiştirmiş ve "
İki toplumlu bağımsız Kıbrıs Devleti" formülü, Amerika ve İngiltere tarafından da Türkiye ve Yunanistan'a zorlanmaya başlamıştı. Sonuçta Türkiye'den Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'nun katıldıkları, Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve iki toplum liderleri arasında 1959'da Londra ve Zürih'te üç temel antlaşma imzalandı. Buna göre Türkler yönetime %30 oranında katılacak, Cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacak, Türk ve Rum meclisleri kendileri ile ilgili kararlar alabilecekler, resmi dil Rumca ve Türkçe olacak, Kıbrıs Devleti başka hiçbir devletle birleşmeyecekti. "
Garanti Antlaşması"na göre de anayasal düzen ihlal edildiğinde Türkiye, Yunanistan ve İngiltere birlikte müdahale edecek bu oluşmadığı takdirde garantör devletlerden her biri tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı. Kıbrıs'ta kurulacak ortak karargâha da Yunanistan 950, Türkiye 650 kişilik bir kuvvetle katılacaktı. Sonuçta Türkiye, Kıbrıs konusunda yeniden Cumhuriyet'in temel dış siyaset çizgisine dönmüş ve uluslararası konjonktür ile uyum halinde Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakını önlemeyi ve Kıbrıslı Türklerin güvenliklerini sağlamayı başarmıştı. Kıbrıs, uluslararası camiada bağımsız bir devlet olarak yerini alıyordu. Cumhurbaşkanı olan Makarios, Bağlantısız Ülkeler Bloku'nun saygın bir lideri konumuna giriyor, "
Akdeniz'in Castro'su" diye anılıyor, bu arada Kıbrıs Devleti de İngiliz Commonwealth'ine üye oluyordu. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti'nde işler, anlaşmalarla düzenlendiği gibi gitmiyordu.
İŞLER KARIŞIYOR
Ankara'yı da ziyaret eden Makarios, 1963'te Kıbrıs Anayasası'ndaki 13 maddenin değiştirilmesi önerisini gündeme taşımış ve anayasadaki toplumlararası eşitliğin katı uygulanmasının devleti işlemez hale getirdiği tezini seslendirmeye başlamıştı. 27 Mayıs 1960 darbesi ertesindeki siyasi kararsızlıkları yaşayan Ankara ise önce bu gelişmeleri tam olarak değerlendiremedi. Sonunda Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük ve kamu görevi üstlenmiş Türk memurlar görevlerinden istifa etti. Rum toplumu içindeki aşırıların örgütü EOKA, yine Enosis sloganı ile üstelik bu kez İngilizleri değil Türkleri hedef alan şiddet eylemlerine başladı ve bu eylemler 1963 Aralık sonunda "
Kanlı Noel" olarak tarihe geçen, Türklere dönük katliama dayandı. İşte bu noktadan sonra Kıbrıs sadece dış siyasetin değil iç siyasetin de bir ipoteği olarak kriz konusu biçiminde günümüze kadar ağırlığını korudu. O günkü gelişmeleri hatırlayalım: 1963 Aralık'ta Rumların Kıbrıs Türklerine saldırıları yoğunlaşınca 25 Aralık'ta Türk savaş uçakları Lefkoşe üzerinde alçak uçuşlar yaptı. BM Güvenlik Konseyi, adaya Barış Gücü gönderilmesine karar verince bu gelmeden önce Rumlar avantajlı durum elde etmek için saldırılarını yoğunlaştırdı.
ABD'DEN TEHDİT
Bunun üzerine Türk hükümeti, TBMM'den Kıbrıs'a müdahale yetkisi aldı ve 7 Haziran'da (1964) müdahale edileceği kararı planlandı. Ancak 5 Haziran'da ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye gönderdiği mektubunda ağır ve tehdit dolu ifadelere yer veriyor ve Kıbrıs'a müdahalede Türkiye'nin başı Sovyet Rusya ile derde girerse yardım etmeyeceğini söylüyordu. Ayrıca Amerika'nın verdiği silahların da müdahalede kullanmamasını, bu silahların sadece savunma amacıyla kullanabileceğini söylüyordu. 1964 yazında Rum saldırıları yine başlayınca Türk jetleri 8-9 Ağustos'ta Rum mevzilerini bombalayacak ve bu kez de Sovyetler Birliği'nden Türkiye'ye uyarı mektubu gelecektir. Kıbrıs'a ilişkin gelişmeler demokrasimizin sağlığını da etkileyen biçimde bizim açımızdan çözümsüzlüğünü sürdürecek ve Ecevit'in başbakanlığı sırasındaki 1974 Barış Harekâtı ertesinde alınan yanlış siyasi kararlar "
Bu bana ders olsun" özeleştirisini yine getirmeyecektir.